Bu yazımda günümüzde sık sık duyduğumuz takva kelimesinin ne anlama geldiğine değinip, bunu dini hassasiyet boyutunda ele alacak, büyüklerin sözleriyle ve hadislerle destekleyip aynı zamanda örnek teşkil etmesi açısından menkıbelerle açıklayacağım.
Takva dinin emir ve
tavsiyelerine uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik
anlamında bir kavramdır. Bu kavramı önemli kılan ve benim de konumu teşkil eden
husus, takva kelimesinin Allah korkusundan çok, Allah’a karşı bir hassasiyet
duygusu içerisinde olmak ve bu hassasiyet ölçüsünde yaşamak şeklinde bir
çerçeve çizmesidir. Dinin emir ve yasaklarına riayet etme noktasında takva
sahibi bir bireyin içerisinde bulunduğu duygu cehennem azabından korkmaktan
çok, Allah’ın gönlünü kırmaktan ve O’nun gözünden düşme korkusudur. Dolayısıyla
bu şekilde bir duyguyla hal ve hareketlerine
dikkat eder.
Hz. Ömer bir gün Übey b. Kâ’b‘a takvanın ne olduğunu
sordu. Übey de O’na :
“Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” diye
sordu . Hz.Ömer:
“Evet, yürüdüm.” karşılığını verince de bu sefer:
“Peki, ne yaptın?” diye sordu.
Hz.Ömer:
“Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar
vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevabını verdi.
Bunun üzerine Übey bin Kâ’b:
“İşte takva budur.” dedi. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I,
42)
Helal belli haram belli
sözündeki helallik ve haramlık ölçütü naslar kadar aynı zamanda kişinin kendi vicdanıdır.
Ve bu vicdanın sağlığını kişinin takvası , yani samimiyeti belirler. Büyükler,
takvanın kulun vicdanını sarıp sarmalayabilmesi için haramlarla birlikte
şüpheli şeylerden de kaçınılması gerektiğini öğütlemiştir.
Abdullah b. Ömer (ra) :
Kişi, kalbini tırmalayan, kendisini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe takva
makamına ulaşamaz.” (Buhârî, Îmân, 1)
İşte salih müminin
kalbini tırmalayıp kendisini huzursuz eden şey vicdanıdır. Nitekim fıkıh da en nihayetinde vicdana
dayanır.
“Müftüler sana fetva verseler de sen yine kalbine
danış” (Müsned, IV, 194, 224; Dârimî, Büyû, 3)
Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Biz harama düşeriz
endişesiyle helalin onda dokuzunu terk ederdik."
Helale ve harama riayet
etme hususunda Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin babası
Sâbit’in başından geçen suya düşen elma hadisesi meşhurdur. Derede yüzen bir
elma gören Sâbit, onu alıp bir kez ısırdıktan sonra sahibinden helallik istemek
maksadıyla dere boyu gidip elma bahçesinin sahibinden helallik istemiş, lakin
bu helalliğin karşılığında adamın bahçesinde uzun süre çalışmıştır. Daha sonra
Sâbit’in helale olan bu hassasiyetini çok beğenen bahçe sahibi kör , sağır ve
topal kızını Sâbit’e vermiştir. Günahları görmeyen, işitmeyen ve ayağıyla
gitmeyen bu kız ile Sâbit’in evliliğinden Ebu Hanife gibi muhteşem bir müctehid
doğmuştur.
Bütün bu
söylediklerimizin 21. Yüzyıl Müslümanlarına yeterince hitap edememesinin
sebebi, Müslümanların uzun yıllardır saplanıp kaldığı korku temelli Allah
tasavvurudur. Bu problem aslında başlı başına müstakil bir yazının konusudur
ancak yazımı bitirirken kısaca buraya da değinmek istiyorum.
Takvanın, samimiyetin
ve helale harama hassasiyetin daha iyi anlaşılıp gerçek hayatta uygulanabilmesi
için yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu şekildeki Allah tasavvurunun değişmesi
gerekir. Yani zihinlerde cezalandırıcı bir korku unsuru olan Allah profilinden
çok , gönüllerde muhabbeti arzulanan , sırf o istedi diye emirleri yerine
getirilen ve yine sırf o yasakladı diye haramlarından kaçılan bir Allah
profilinin benimsenmesi gerekir. Dolayısıyla korkudan çok sevginin, muhabbetin
ve saygının öncelenmesi gerekir.
Yazımı Râbia
el-Adevviyye’nin şu sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Allah’a ne cehennem
korkusu ne de cennet sevgisiyle ibadette bulunurum. Eğer korkudan dolayı amel
işlersem kendimi kötü bir ücretli sayarım. Ben O’na aşk ve şevkimden dolayı
ibadet ederim”
“İlâhî! Eğer ben sana
cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer cennet
ümidiyle sana kullukta bulunuyorsam beni ondan mahrum et! Eğer sana olan
sevgimden dolayı sana ibadet ediyorsam o zaman senin ezelî cemâlinden beni
mahrum etme!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder