Giriş
Cioran’ın uykusuzluk filozofu olarak bilinmesine sebep olan
İnsomnia hastalığı vardır. Eserleri ve düşünceleri ‘uykusuz gecelerin
pesimistik aydınlanmaları’ olarak değerlendirilebilir. Uykusuzluk Cioran’da
felsefi düşüncelerini sorgulama ve yazma anlamında tetikleyici bir rol oynarken
aynı zamanda onun felsefeye olan tutkusunun da zamanla sönümlenmesine yol
açmıştır. [3]
İki büyük dünya savaşını da görmüş olan filozof, bu buhranlı
zamanların karanlık atmosferinden oldukça etkilenmiştir. Avrupa’nın ve daha
genelde dünyanın birbirine girmesi ve insanlığın çektiği korkunç acılar
Cioran’ı hayata karşı müthiş bir ümitsizliğe ve karamsarlığa mahkûm etmiştir.
Nitekim her düşünür, zorunlu olarak kendi çağının insanıdır ve o şekilde
değerlendirilmelidir. [4]
Felsefe dünyasını büyük oranda Nietzsche ve Schopenhauer
şekillendirmiştir. Cioran, hayata karşı karamsar duruşunda adı geçen
filozofların özel tarzdaki Nihilizmlerinden etkilenerek kendi anlam dünyasını
şekillendirmiştir. İlerde de değineceğimiz gibi, Nietzsche ve Schopenhauer’un
aktif nihilizmlerini pasif ve çok daha karamsar bir yapıya büründürmüştür.
Cioran felsefesi büyük oranda nihilizm ve özel bir tarzdaki varoluşçuluk
çerçevesinde, dine, tanrıya, yaşama ve tarihe karşı kötümser ve inkârcı bir
yapıdadır. Onun bu felsefi tavrının nedenleri arasında topluma karşı
yabancılaşmak ve hayata dair hayal kırıklıkları büyük bir önem taşır. Gerçekten
de o, hayata karşı büyük bir olumsuzlamaya giderek hiç doğmamış olmayı
dilemektedir.
Varoluşçu filozofların aksine Cioran, nihilizmin ve ardından
gelen varoluşçuluğun insanı yükselterek özgür kıldığı fikrini eleştirmiştir. Ona
göre hata aslında temelde, doğmuş olmaktadır. Dolayısıyla insan hayatı değersiz
olduğu ve ne yapılırsa yapılsın bir değer üretemediği için varoluşçu tarzda bir
özgürlük vurgusu Cioran tarafından benimsenmez ve anlamsız bulunur. Cioran’ın
varoluşçuluğu ve nihilizmi, bu kavramların akla ilk getirdiği tarzda değildir.
Onda hayatın, dinin ve tanrının olumsuzlanması sonucunda ortaya sistemli olarak
insanı ‘yeniden inşa’ öğretisi çıkmaz. Onda bütün sistemler, umutlar ve
hayaller, kırıldığı ve düştüğü yerde kalır. Cioran felsefesinin bir zemine
kolayca oturmamasının sebebi budur.
Hayatın hiçbir değeri olmadığını savunan filozof, aynı
zamanda geçmişe ve geleceğe dair olumsuzlamalarını da göstermiştir. Ona göre
tarihin serencamı, aslında insanların ezilmelerinden ve güç hırsının her şeyi
yakıp yıkmasından başka bir şey değildir. Ona göre tarih, kötülüklerin
tarihidir. Kendi çağının genel bakış
açısının aksine Cioran, ilerlemeci ve gelişmeci tarih anlayışına karşı çıkar.
Ona göre insanoğlu hiçbir dönemde gelişememiştir. Çünkü hayatlar anlamsızdır ve
her ne yapılırsa yapılsın, insanlık ileri gidemeyecektir. Bütün devletler ve
imparatorluklar, tıpkı insanın biyolojik döngüsünde olduğu gibi doğar, büyür ve
ölür. Cioran’a göre insanlık ve onun ürettiği her kurum ölmeye ve yok olmaya
mahkumdur. Geçmişe karşı düşünceleri bu şekilde olan Cioran, aynı olumsuzluğu
geleceğe yönelik de yineleyerek geleceğin, geçmişten daha kötü olacağını
savunur. Hatta “Eğer çocuklarım olsaydı onları boğardım” diyecek kadar ileri
giden filozof, 21.yy’ın geçmişe hiçbir açıdan benzemeyeceğini ve her şeyin çok
daha kötü olacağını savunur. [5]
Cioran felsefesinin genel hatları kolayca ortaya çıkarılabilmesine
rağmen, yine de onun hakkında tek kelime ile “nihilist”, “varoluşçu” ya da
“şüpheci gibi tanımlamalar yapılamaz. Her ne kadar 19. Ve 20. Yüzyılın
içlerinde Nietzsche, Schopenhauer, J.P. Sartre, A. Camus ve E. M. Cioran gibi
filozofların bulunduğu güruh hakkında kolayca “Varoluşçu ve Nihilist” gibi
tanımlamalar yapılabilse de, aslında bu tarz tanımlamalar, adı geçen
filozofların tam teşekküllü bir portresini çıkartmamaktadır. Bunun nedeni onların
felsefelerinin tek bir tanımla ifade edilebilecek kadar net ve diğer akımlardan
keskin çizgilerle ayrılabilen bir hüviyete sahip olmamasıdır. Çünkü sözü edilen
filozofların farklı konu başlıkları içerisinde çeşitli argümanları ve tavırları
olup, felsefelerinin bütünü düşünüldüğünde tek bir isimle tanımlanmaları
zordur. Dolayısıyla onların
felsefelerini net bir çerçeve içerisine almak hatalı olacaktır.
Nitekim Cioran, Christian Bussy ile yaptığı bir
röportajında, kendisinin nihilist olup olmadığı şeklindeki soruya şöyle cevap
vermiştir; “Nihilist değilim, hiçbir şey değilim. Nasıl denir ki… Bazen
nihilist damarım tutar. Yani söylemesi zor, söz gelimi Buda’ya nihilist
diyebilir miyiz? Diyemeyiz, girift bir mevzu bu. Doğrusu, büsbütün dürüst
kalarak bu soruya nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum. Ben su katılmamış bir
inkârcıyım. Ama benim inkârım teorik bir inkâr değil, pratik bir inkâr. İçten
gelen bir inkâr da her şeye rağmen bir iddiadır, bir patlamadır. Mesela tokat
bir inkâr mıdır? Şöyle bir tokat indirmek… Öyle değil mi?” [6]
Cioran’ın düşünce dünyasını büyük oranda şekillendiren belki
de en önemli kavram ölüm ve intihardır. Hayata karşı bütün benliğiyle büyük bir
nefret taşıyan filozof, her ne kadar ilginç olsa da intiharın gölgesi altına
sığınarak yaşamayı başarmıştır. Ona göre intihar, bunalımlı bir anda hayatı
aniden bitirip rahata kavuşmayı sağlayan bir acil çıkış kapısı gibidir. Nitekim
“Sadece, canım isteyince ölmek
elimde olduğu için yaşıyorum: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş
olurdum”[7]
diyecektir. Böylelikle intiharı her ne kadar olumlamış gibi görünse de uzun bir
hayat sürmüş ve bunu yapmamıştır. İntihar onun için, düşüncesi zihne yerleştiği
anda yapılması gereken bir eylem olmayıp, artık hayata katlanılamayacak düzeye
gelindiğinde yapılması gereken bir şeydir. Diğer yandan intiharın zihnin bir köşesinde
her zaman bulunması ve hayatı sonlandırmanın çeşitli yollarla çok kolay olması,
onun hayata daha rahat katlanabilmesine sebep olmuştur.
Hayatı[8]
8 Nisan 1911’de Romanya’nın Transilvanya bölgesinin Răşinari
köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Emilian Cioran, Ortodoks bir papazdır. O
dönemde bulundukları bölge Avusturya-Macaristan işgalinde olduğu için babası
Emilian, Macarlaştırma girişimine karşı direnişin bir simgesi olarak
çocuklarına Latince isimler vermiştir. Emil 10 yaşındayken lise’ye başlamak
üzere köyüne yakın olan Sibiu şehrine gitmiştir. Buradayken ilk büyük
buhranlarını yaşamaya başlamıştır. Çünkü kendi köyü adeta cennetten bir köşe
gibidir ve bu, oradan ilk ayrılışıdır.
1928'de Bükreş Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Bölümü'ne
girmiştir, buradayken bol bol Nietzsche ve Schopenhauer okur ve onlardan
etkilenir. Yirmili yaşlarındayken uykusuzluk (İnsomnia) hastalığına yakalanır.
1932’den itibaren Calendarul, Floarea de Foc, Vremea, Azi
ve Gandirea dergilerinde düzenli olarak yazılar yayımlamıştır. Lisans
bitirme tezi olarak Bergson Sezgiciliği konusunu çalışan Cioran, doktoraya psikoloji
alanından yazılır. Ancak doktorayı asla bitirmeyecektir. Cioran artık buradan
itibaren sistemsel düşünce ve çalışmalardan hayatının sonuna dek ayrılır.
1934’te Emil Cioran, kariyerinin başlangıcında önemli bir
adım atarak ilk eseri olan “Umutsuzluğun Zirvesinde/Doruklarında”
kitabını yayımlar ve bu eserle prestijli “Kraliyet Akademisi” ödülüne layık
görülür. Cioran bu başarısıyla ‘umut verici bir yazar’ olarak anılır.
Cioran Berlin’de felsefe okumak için “Humboldt Kurumu”
bursunu kazanmıştır. Önceleri yatkın olduğu Bergsonculuktan, ona göre hayatın
trajik yönlerinden bihaber olduğu için soğur ve kopar.
1936’da Romanya’ya dönerek Braşov Lisesinde ancak bir yıl
yapacağı felsefe öğretmenliği görevine gelir. Yoğun bir şekilde Baudelaire,
Proust, Dostoyevski ve Shakespeare okur. Bükreş’te “Aldanışlar Kitabı”
yayımlanır.
1937'de Bükreş Fransız Enstitüsü'nden burs kazanarak Paris'e
gidip yerleşir. Yine bu yıl dini bir eleştiri hüviyetinde olan kitabı “Gözyaşları
ve Azizler” yayımlanmıştır. Eser birçok eleştiri almıştır. Bir Romanyalı
aydın olan Mircea Eliade, onu bozgunculuk ve inkarcılık ekseninde
eleştirmiştir. Cioran’ın II. Dünya savaşı sırasında muhtemelen birkaç kez
Romanya’ya gidip geldiği sanılmaktadır.
Ancak 1993’te Fransızca çevirisi yayımlanacak olan “Mağlupların
Kitabı” isimli çalışmasını 1944’te yazar. Bu eserinden sonra artık tamamen
Fransızca yazacaktır. Bu doğrultuda, uzun bir süre boyunca Fransızcasına
güvenmediği için yayınlamadığı “Çürümenin Kitabı” adlı çalışmasını hem
dilsel hem de içeriksel olarak yeniden işleme sokarak defalarca kez yeniden
yazmak durumunda kalmıştır.
1945’ten sonra, yani savaşın bitmesiyle Cioran bisikletini
alır ve Fransa’yı gezer. Özgürlüğüne çok fazla düşkün olan Cioran, gezdiği
yerlerde gençlik yurtlarında kalır. Hatta bisikletiyle İsviçre, İspanya ve
İngiltere’yi de gezmiştir.
1949’da “Çürümenin Kitabı” iki bin adet basılır. Felsefesi
ve yazıları için ilk eleştirilerini bu kitapla birlikte almaya başlamıştır. O
yıl ilk defa verilecek olan ‘Rivarol’ ödülü için Cioran layık görülür ve
ödülü alır. Kendi ifadesine göre bu ödül onun ‘durumunu sağlamlaştırmak’ için
kabul ettiği ilk ve son ödül olmuştur. Daha sonra düzenli bir ödül reddetme
filozofuna dönüşen Cioran, 1957, 1961 ve 1977’de çeşitli ödülleri reddeder.
1952 yılında “Hüzün Kıyasları” adlı kitabı yayımlanır.
Bu eserle beraber Cioran artık özdeyiş veya aforizma biçemini kesin olarak
benimsemiştir. Bu eser sadece 500 adet satar. Cioran bu eseri için Aurel’e 1977
tarihli mektubunda “Hüzün Kıyasları, sadece gençlerin okuduğu ve tercih
ettiği bir kitaptır, dostlarım onu anlamsız ve ciddiyetsiz bulurlar” diyecektir.
1956’da kendisinin en beğendiği kitabı olarak tercih ettiği
“Varolma Eğilimi” kitabı çıkarır.
1960’da “Tarih ve Ütopya” yayımlanır.
1964’te “Zamana Düşüş” veya “Zamanda Düşüş”
eseri yayımlanır.
1969’da “Kötü Tanrı” eseri yayımlanır ve kendisinden
ilk defa basında bahsedilir. ‘Le Monde’ gazetesinde kendisi hakkında iki
sayfalık bir yazı yazılır. Bu kitap “Çürümenin
Kitabı” eserinin başarısına ulaşmıştır. Cioran, ödüllerden kaçındığı gibi,
aynı zamanda kendisi hakkında söz edilmesinden de rahatsız olan bir
karakterdir. O, yazdıklarını bir başarı olarak düşünmez. Bu konudaki rahatsızlığını
Aurel’e 1969 tarihli mektubunda “Sana Monde’un iki sayfasını gönderiyorum...
Bütün bu işleri durdurmayı denedim, fakat yapacak bir şey yoktu.” şeklinde dile
getirmiştir.
1973’te “Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine”
yayımlanır. Bu kitabını Cioran “Ne iyi ne kötü… hem nafile, hem de kasvetli
düşünceler ve öyküler yığını…” olarak tanımlar. Aurel’e mektuplar 1973
1974’te “Kötü Tanrı” eseri İspanya’da sansüre uğrar
ve yasaklanır. Kardeşi Aurel’e 1974 tarihli mektubunda bu olayı şöyle anlatır:
“İspanya’da bu günlerde yayımlanması gereken Kötü Tanrı sansüre takılıp
toplatıldı ve yasaklandı. Kitap onlara göre tanrıtanımaz, kâfirce ve
Hıristiyanlık karşıtı öğeler içeriyormuş. Engizisyon ölmemiş. Çok gülünç
bunlar!”
1976-1979: “Kıyaslar” cep kitabı olarak yayımlanır ve
başarı sağlar. Sonraki yıl “Gerici Düşünce Üzerine Bir Deneme”
yayımlanır. Ardından 1979’da “İşkence”
çıkarılır. Her ne kadar Cioran için bu eser önemsiz olsa da otoriteler
tarafından olumlu olarak değer görür. Aurel’e yazdığı mektupta bu konuyu “Neredeyse
otuz yıldır burada yazdığım kitapların gerçekte hiçbir başarısı yok… Herkes,
diğerlerinden hiç de iyi olmayan bu kitaptan söz ediyor” şeklinde
değerlendirir.
1985’te Fransız Kültür Derneği onu Atina’ya davet eder.
Burada bir konferans verir.
1986’da “Hayranlık Talimleri” yayımlanır. Hem olumlu
eleştiriler alır, hem de ortalama sayıda satar. Sonraki yıl Cioran’ın son eseri
olan ve 30.000 satan “İtiraflar ve Aforozlar” yayımlanır.
1995’te Cioran, hayatın bir ironisi ya da armağanı olarak
sayılabilecek şekilde Alzheimer hastalığından dolayı Paris’te ölür. Hayat ona
bu hastalıkla birlikte belki de ilk defa iyi davranarak bütün ıstıraplarını ve
anılarını unutturarak ruhunu sükûnete kavuşturmuştur.
Nihilizm
“Nihilizme ulaşmanın son basamağı sonsuzlukta kayboluştur.”[9]
Cioran, 1979 yılında Jean-François Davul ile yapılan bir
söyleşisinde, “Sözcüklerde size sık sık nihilist etiketi yapıştırıyorlar” söylemine
karşı şöyle bir cevap vermektedir: “Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Nihilist
değilim. Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok. Benim için boş
bir formül bu. Basitleştirirsek, hiçlik, ya da daha ziyade boşluk saplantım
olduğu söylenebilir. Buna evet. Ama nihilist olduğum söylenemez. Çünkü
alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim
bilir hangi nedenlerle, her şeyi şiddetle yere deviren bir tiptir. Ama ben hiç
de öyle değilim. Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum
söylenebilirdi. Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor. Kuşkucu terimini daha kolay
kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsam da. Şöyle diyeyim: Hiçbir
şeye inanmıyorum”[10]
Görüldüğü üzere Cioran, kendini tanımlama noktasında net
değildir. Olsa olsa bir ‘metafizik nihilist’ veya daha çok ‘şüpheci’
tanımlarının kendisine uygun olduğunu belirtir. Ona göre nihilizm, her şeyi
yıkma eğiliminde olan bir sistemdir, daha doğrusu sistem yıkıcı bir sistemdir.
Cioran felsefesi ise daha çok yine sistem yıkan, ama yerine herhangi bir sistem
inşa etmeyen bir tavır felsefesidir.
Her ne kadar Cioran, kendisinin ve düşüncelerinin
sınıflandırılmasına karşı olsa da O’nu ‘modern bir kuşkucu’ olarak
değerlendirmek mümkündür.[11]
Cioran’ın nihilizmi, nihilizmi de bir anlamda yetersiz bulan ve kuşkuculukla iç
içe geçmiş bir eylemsizlik ve kayıtsızlık durumudur.[12]
“Nihilizmde biraz daha ateşli olsam. şüphelerimi sarsmam ve onları alt etmem
-her şeyi inkar ederek- mümkün olurdu. Fakat inkar etmenin sadece zevki var
bende, yeteneği değil.”[13]
Cioran’ın nihilizmiyle beraber bir başka konu olan
kuşkuculuğu, sadece teorik bir arada kalma hali olmayıp, insanın irade ve
hareket mekanizmasını felç eden bir etkiye sahiptir. Çünkü ona göre insanın
metafizik kaynaklarına olan iç bakışıyla ortaya çıkardığı kuşkular, insanı
fiiliyattan mahrum bırakan, yalnızca nefes alan aciz bir varlığa dönüştürür.[14]
Cioran’a göre yaşamın hiçbir anlamı yoktur ve insan onu boşa
geçirir. Anlamsızlık ve boşluk halinden doğal olarak kesin bilgiler, başka bir
ifadeyle dayanak noktası olacak ve değer üretebilecek bilgiler çıkmaz. Ona göre
insanın böyle negatif tarzda bir aydınlanmaya ulaşması, yani hayatın anlamsız
olduğu ve hiçbir şeyin ona anlam katamayacak olmasının bilincine varılması,
insanın değersiz hayatı boyunca başına gelebilecek en anlamlı şeydir. Ancak
insan buna rağmen kendi yetersizliğini, eksikliğini ve iyi olmayışını bilmesine
rağmen, bu sözünü ettiklerimizi göz ardı ederek birtakım değerler üretme
çabasından da vazgeçmez. Hatta kendini de kandıran ve eksik olduğunu bilmesine
rağmen yetkinliğe ulaşmaya çalışan bir ahmaktır. İnsan, ontolojik olarak kötü
olmasına karşın iyilik için var olduğunu söyleyen, ama ısrarla kötülük
yapmaktan vazgeçmeyen ikiyüzlü bir varlıktır. Aynı zamanda insan, özgür
olmadığını bilmesine ve altında her zaman ezilmeye mahkûm olduğu yazgısına
rağmen özgürlük naraları atan bir şaşkındır. Nihayet insan, yaşama ereğinin
‘güçsüzlük istenci’ olduğunu göremeyecek kadar kör ve aynı zamanda bunun yerine
‘güç istenci’ ne bağlanan çaresiz bir varlıktır. [15]
Cioran’ın eserlerinde sürekli olumsuzlama tavrıyla işlediği
yaşam, dünya ve nihilizm nosyonu, onun modernizmin kutsadığı, rasyonalizm ve
pozitivizm ile olan mücadelesinden ileri gelmektedir. Hıristiyanlığa bağlı olan eski tip batı
metafiziğinin çürümüşlüğünden yola çıkan Cioran, inşa edilen sistemin
çürümüşlüğünü haykırırken, bir yandan da buna maruz kalan insan psikolojisinin
bir dışavurumunu sunmaktadır. Bu psikoloji çerçevesinde nihilizmin ilk nüvesini
doğmuş olmakla başlatan filozof, “Dünyaya gelmek lanetlenmektir” diyerek kendi
felsefi temasını oluşturur. Selef ve çağdaşları olan Nietzsche, Sartre ve Camus
gibi isimlerden bu nokta itibariyle farklı bir konumda yer alır. 20. Yüzyıl
insanının içerisinde bulunduğu çağın sorunları olan anlamsızlık, anksiyete,
yalnızlık, bağlanma vb. kavramları işleyen Nietzsche, Camus ve Sartre geleneği
ile benzeşen Cioran, bireyin ‘güç istenci’, ‘kendini gerçekleştirme’ veya
‘negatif enkazın üzerine inşa edilen özgürlük’ gibi temaları barındırmaması
nedeniyle sözü edilen geleneğin aynı zamanda dışında yer alır. İnsanlar pozitif
ve metafiziksel alanda sıkı sıkıya bir mutlak kesinlik sevdasına kapılmış
durumdadır. Sözünü ettiğimiz gelenek ise mevcut bütün sistemleri yıkma
noktasında nihilist ve bireyi yeniden inşa etme noktasında varoluşçu iken,
Cioran felsefesini onlardan ayıran tutum budur.
Ona göre hiçbir değeri ve anlamı olmayan yaşamlarımızı boş yere
geçirmekteyiz ve bu anlamsızlıktan dolayı mutlak bir kesinlik alanına ulaşmak
mümkün değildir. Olumsuz yargısını yalnızca kendi çağına yöneltmekle kalmaz,
tarihteki uygarlıkların, dinlerin, kültürlerin ve felsefelerin bir şekilde hep
bu gerçeğin üzerini örttüğünü ve dikkatleri başka yerlere çekmek suretiyle
mutlak kesinliğin peşinden koştuğunu belirtir. [16]
Sonuç olarak Cioran için tüm sistemler, çok yalın bir nedenden ötürü, insanı
nihai bir yaratık olarak yücelttikleri için reddedilmelidir. [17]
Tanrı ve Din
“Tanrı vardır, yoksa bile”[18]
“Cioran’ın tanrısı “mutlak” bir varlık değildir, ama yine de
büyük harfle yazılır: Olmadığı halde var olan bir Tanrı’dır o! Böylesine
imkansız bir gerilimin varoluşudur Tanrı... İnsanın çaresizliğidir, sürüp giden
mutsuzluğuna başka anlamlar, farklı nitelikler yükleyerek yaşattığı, yücelttiği
acıların toplamıdır.” [19]
“Cioran için bir anti-teoloji kurucusu diyebiliriz. Bu
anti-teolojinin tarifi basittir: Önce dinin temel figürü olarak tanrı alınır ve
karanlık bir şekilde tanımlanır, sonra dinin zayıflığı ve ölmek üzere olduğu
tartışılır fakat önemine vurgu yapılır, sonra dinin peygamber, aziz gibi diğer
ileri gelen figürlerine saldırılır ve fiiliyatları gaspedilir.”[20]
Tanrı ve din, Cioran felsefesinin ana hatlarından birini
oluşturan hınç kavramının en yoğun yansıdığı alanlardan biridir. Onun tanrı ile
hesaplaşması ömrünün sonuna kadar bitmemiştir. Cioran’a göre dünya Tanrının bir
günahıdır. O, kadir-i mutlak olarak betimlenmesine ve her şeyi yapabilecek
kudreti olmasına rağmen insanı olması gerekenden daha anlamsız, yetersiz ve
eksik yaratmıştır. İşte bu yüzden Cioran’ın Tanrısı kötü bir tanrıdır. Kötü
olmasının nedeni, yarattıklarında kötülüğü onaylamasından dolayıdır. Tanrı,
bütün bunlara rağmen ayrıca insanın başına bir mutlakiyet ve kesinlik arayışını
bela etmiştir. İnsanın talihsiz ve kötü yazgısının ilk günah ile Adem’in
cennetten kovulmasıyla başladığını savunan Cioran, Tanrının Ademe zulmettiğini
düşünür. Ona göre bu olay bir yazgıdır ve bunu kabul etmek felsefede idealizmi
başlatan bir mihenk taşıdır. Cioran, bunu sahiplenen ve idealizmi başlatan
filozofları şiddetle eleştirir. [21]
“Adem cennetten kovulduğu vakit, kendine zulmedene verip
veriştirmek yerine, şeylere ad koymaya girişmiştir: Olanlara rıza göstermenin
ve onları unutmanın yegane yoluydu bu, böylece idealizmin temelleri atılmış
oldu. İlk kem küm edenlerin ağzında sadece bir hareket olan şey de Platon, Kant
ve Hegel'de teori haline geldi.”[22]
Cioran, yine de Tanrının ve bir dinin gerçekliğine derin bir
meyil gösterir. Doğasından gelen hayli şüpheci, tutarsız ve ikna olması güç bir
kişilik sahibi olduğundan dolayı bu tür inançlara karşı da bir o kadar mesafeli
durur. Din ve Tanrı kavramlarına karşı vazgeçilmez bir ilgi duyan Cioran için
bu ilgi, kesin inançlardan ziyade, şüpheci ve agnostik bir merakın ürünüdür.[23]
Tanrısı her ne kadar kötü ve inayetsiz olsa da Cioran, onu
aramayı ve bağlanma arzusunu hiç yitirmemiştir. Tanrı onun en büyük
takıntısıdır. Öyle ki, Tanrı onun için
hem bütün kötülüklerin sebebi, hem de bütün umutların kaynağıdır. Tanrı onun uykusuz
gecelerinin biricik dostuyken, aynı zamanda bütün olumsuzlamalarının ezeli
kaynağı ve insan hayatının anlamsızlığının tek müsebbibi olarak ebedi bir düşmanıdır.
Bu bağlamda Cioran’ın Tanrıya olan temayülünü, kendisinin varoluşsal
krizlerinin bir yansıması olarak görebiliriz. Öte yandan cennetten kovulma
olayıyla başlayan dünya sürgünü, onda Tanrıdan ayrılış ve uzaklaşma neticesiyle
adeta bir hasrete dönüşmüş durumdadır.
Cioran’da Tanrı,
kelimenin tam manasıyla hiç sevmediği, hep suçladığı, fakat her şeye rağmen
ölümüne vuslat acısını çektiği bir şahsiyettir. “…Aşk sonsuzluğun
nesnesizliğiyle rekabet ediyor, tanrısal bir yalnızlığın sefihliği tanrının
sınır tanımazlığını aşıyor, gözyaşları hışırtılarıyla hala görünen bütün
bulutların akışını karanlığa sürgün ediyordu ve ağır kederine ağlayan, boşlukta
yolunu şaşırmış madde ağlayıp sızlayarak yitiriyordu yoğunluğunu. Tanrım, '
hatırı sayılır bu görüntülerin sınavını hayatımın her vesilesinde neden
sürdürmedin, neden beni sonsuza dek Senin berinde, ara sıra Senin üzerinde,
Senin ötende bıraktın?”[24]
Şahsiyet kelimesi burada önemlidir, zira Cioran, mistiklerin
Tanrıyla sanki bir insanla konuşuyormuş gibi iletişim kurmalarına hayrandır. Bu
bakımdan onun Tanrıya olan yakarmaları, mistiklerin arada hiçbir ontolojik
mesafe bırakmayan samimi bir tarzda ‘kişisel tanrı’ anlayışına benzer yapıda
olduğu gibi, aynı zamanda ölümüne nefret ettiği biriymiş gibi düşmancadır da. “Tanrım,
bana hiç dua etmeme gücü verin, her türden tapınma saçmalığından koruyun, beni
Siz'in elinize hepten teslim edecek o sevgi eğilimini benden uzak tutun.
Kalbimle gökyüzü arasındaki boşluk genişlesin! Issızlıklarımı mevcudiyetinizle
doldurmanızı, gecelerimi nurunuzla hırpalamanızı, Sibiryalarımı güneşinizle
eritmenizi hiç temenni etmiyorum. Sizden de yalnız, ellerim tertemiz kalsın
istiyorum; yeryüzünü yoğururken ve dünya işlerine karışırken hepten kirlenen
ellerinizin aksine ... Sersem kadiri mutlaklığınızdan, yalnızlığıma ve
ıstıraplarıma saygı istiyorum sadece. Sözlerinize ihtiyacım yok; bunları bana
dinlettirecek çılgınlıktan da çekiniyorum. Sizi yoklukta bir gedik açarak şu
zaman panayırını başlatmaya ve böylelikle beni evrene -oluştaki aşağılamaya ve
utanca- mahkum etmeye iten o hoş göremediğiniz huzuru, ilk anın öncesinden
devşirilmiş mucizeyi gösterin
bana”[25]
Cioran’ın Tanrısıyla olan iletişimi ister olumlu ister olumsuz olsun, her zaman serzeniş ve suçlayıcılık niteliğindedir. “Tanrım, yarattıklarını sürükleyen doğaüstü kasırgayı biliyor musun sen? Kaygı ve hezeyan onların kemiklerinde yükseldiğinde ve duyularının çarpıntısını alevler arasında kalmış bir manastır gibi hissettiklerinde beliren o kasırgayı? İnsana delilik yolunu açan Sensin, onun kanını ateşle kurutan Sensin, ayın altındaki bir yangında teninin bulamacını söndüren Sensin. Puslar arasında kilini çatlattığın bu varlığı neden tasarladın; onu yokluğa neden fırlatıp attı bu puslar? Nihai anlamını neden kül yaptın onun?”[26]
Cioran’ın Tanrısı kendiyle var olan, bizat kendi varlığıyla
kâim bir varlık değildir. Onun Tanrı ve din ile ilgili görüşleri, bunları
bizzat insanın icat ettiği ve insanın Tanrıya sıfatlar yüklediği yönündedir. “Bizzat
Tanrı, sadece kendine eklenen sıfatlarla yaşar; ilâhiyatın varoluş nedeni
budur. Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı biçimlerde
niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla zihnin önünde haklı çıkarır
kendini.”[27]
Tanrı, her ne kadar insanın bütün dertlerinin ve hınçlarının
iletişim öznesi olarak onun hayli yakınındayken, bir yandan da insana ontolojik
olarak oldukça uzaktır. Tanrı imgesi Cioran için bir yönüyle insan varoluşunun
ana çekim kaynaklığını teşkil ederken, diğer yönüyle insan ile aradaki mesafe
olarak muazzam bir uzaklıktadır. “Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız
ve o kadar vasat bir çekiciliktedir? Niçin ilginçlik, tutarlılık ve
güncellikten yoksundur ve bize o kadar az benzer? Bundan daha az insan biçimli
ve bundan daha ucuz bir biçimde uzak bir imge var mıdır? Bu kadar soluk parıltıları
ve bu kadar sallantılı kuvvetleri nasıl yansıtabilmişizdir O'na?”[28]
Cioran, insanın Tanrı’ya olan tutkusunu ve bu tutkunun insan
zihnindeki yerini derinlemesine irdeler. Ona göre Tanrı tutkusu, insanın
rasyonel düşüncesinin ötesindedir, bu yüzden tam olarak açıklanamaz veya mantık
çerçevesine oturtulamaz. Bu tutku belki de insan zihninin dağınıklığından, duygusal
sapmalarından ve de geçmişe karşı duyulan bir özlemle ilgilidir. “İnsana hakim
olan ya da insanın asla hakim olamadığı bütün tutkular arasında en saçması, en
az denetlenebileni ya da rastgele bir anlama indirgenebileni Tanrı tutkusudur.
Bu tutku zihnin bağlantı kopukluğunun, duyarlılığın çılgınca sapmasının mı
meyvesidir, yoksa nostaljinin en son sapkınlığı mıdır? Nesnesiz bir ateş içinde
saçılıp savrulmuş amma da yürek sıcaklığı! Aklın hiçbir unsuru böyle bir cazibe
tohumunun yeşereceği ısıyı öngöremez, zihnin hiçbir berrak argümanı rasyonel
gerçekliği olmayan bir doruğa doğru yükselen bu ateşi doğrulayamaz. Ruh
Tanrı'yı doğururken aklın tarihini lekeledi.”[29]
Ölüm ve İntihar
Cioran felsefesinde ölüm ve intihar kavramları en az Tanrı
ve din temaları kadar, hatta belki de daha kritik bir konumu teşkil eder. Onun
bütün kötümserliği, insan hayatının son derece kıymetsiz oluşu ve böyle bir
zeminde herhangi bir değer üretmenin imkansızlığı, tamamen ölüm gerçeğinin
bilinci ve onun ruhu yok ediciliğinden kaynaklanır. Cioran hiçbir şeye
inanmadığı için, doğal olarak ölümden sonraki herhangi bir yaşama da inanmaz. Her
ne kadar aforizmalarında sık sık ebedilik ve cennet vurguları yapsa da bu onun
sonsuz yaşama inanmasından değil, mevzu bahis konuları içerisinde bulunduğu
Hıristiyan dinî geleneğine göre ele almasından ileri gelir. Dinî kökenli
kavramları kendi çerçevelerine göre yorumlayan Cioran, hiç inanmadığı ahireti
ve cenneti çok yoğun bir şekilde arzular. Aslında onun bütün problemlerini ve
kötümserliğini sadece gerçekten inayetini hissettiği bir Tanrı ve onun ebediyete
ilişkin vaatleri çözebilir görünmektedir. Ancak hiçbir zaman peşini bırakmayan
mutlak şüpheciliği, onun böyle bir ruh dinginliğine kavuşmasını ebedi şekilde
önlemektedir.
Ölüm Cioran için insan zihnini yanıltıcı bir sahtekardır. Öyle
ki her zaman kendi varlığını unutturarak insanın hayat boyu eylemlerini
sürdürebilmesine izin verir. Ona göre insanoğlu, ölümsüzlük fikrine tarihin en
başından beri ikna olagelmiş ve bu onun genlerine kadar işlemiştir. Ancak
Cioran felsefesi, kötümser ve bir o kadar yıkıcı tavrıyla böyle bir ölümsüzlük
kabulünü asla onaylamaz. İnsanların ölümsüzlük fikrine ikna oldukları ve
hayatları boyunca eylemlerini bu ‘garanti yaşam’ konforuyla yapabildikleri
yerde Cioran, bunun tam aksine böyle bir inanca veya fikre ikna olmadığı gibi,
onu adeta hayattan saf dışı bırakan bir eylemsizlik haline duçar olur.
“Sanki ölümsüzmüşüz gibi günlerin sıkıntılarına tutunuyoruz;
bilinçaltımızda sonsuza kadar yaşıyor olmasaydık hiçbir davranış mümkün
olmazdı. Görünüşte varoluşun en bayağı özelliği olan, bütün insanların hep
birlikte kabul ettiği geçicilik, ölümlülerin hiçbir akıl yürütmesinde somut
olarak yer bulmaz. Gündelik hayat duyuların sonsuzluğu içinde yüzer; zihin bu
sonsuzluğu yok etmeyi başaramasa da şaşırmaya devam eder. Sonsuz olma kanaati
insan içgüdülerine dahil olmasaydı tarih çoktan dururdu. Hayat, ki geçiciliğin
ta kendisidir, ancak geçicilik fikrinin inkarıyla mümkündür.”[30]
Cioran’a göre bütün anlar ve arzular hiç durmadan ölüme
doğru koşmaktadır. Hayat ölümle ölesiye doludur. Her baktığı yerde ölümün
mutlak zaferini görmektedir. İnsan, ölümü kendi başına gelinceye değin somut
olarak algılayamaz. Ölüm, soyut şekilde var olan bir bilinçaltı bilgi kırıntısı
gibi vaktinin gelmesini beklemektedir. Ölüm gerçeğiyle yaşamak, ölümle beraber
hiçliğe gideceğimizi bile bile yaşamaya devam etmek ona göre kesinlikle
anlaşılamaz bir şeydir. Tanrıya olan ihtiyaç, işte tam burada ölümsüzlük umuduyla
ilişkili olarak kendini vazgeçilmez bir şekilde gösterir. [31]
Cioran’ın düşünceleri, varoluşun temelinde yatan acı ve
talihsizlikler üzerine yoğunlaşmaktadır. Onun için yazmak, yaşamın dayanılmaz
ağırlığına karşı bir savunma mekanizmasıdır. “Eminim ki, eğer kâğıtları
karalamasaydım, uzun zaman önce kendimi öldürmüş olurdum" söylemi bunu net
şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre, varoluşun kendisi bir talihsizliktir ve
bu, özellikle doğumun kaçınılmaz gerçekliğiyle ilgilidir. Cioran, doğmuş
olmanın ağırlığını taşıyamamış ve bu durumu kabullenememiştir. Ölümü
düşünmemek, onun için bir hile ve aldatmaca gibidir. Ölüme zarar verebilecek
tek şey ise ona karşı kibirsizlik halidir, çünkü bu, insanın ölüm karşısında
eğilmesine engel olmaktadır. Aksi halde ölüme karşı kibirli olmak ve ona meydan
okumak, yaşam istencini beslemekten başka bir işe yaramamaktadır. Cioran’a göre
insanlar, merkezini ölümün düşünülmesinin oluşturduğu bir sınıflamaya tâbidir.
O, insanları ölüm duygusuna sahip olanlar ve bu duygudan yoksun olanlar
şeklinde ikiye ayrılır. Bu iki grup arasında, iletişimin mümkün olmadığı bir
uçurum vardır. Her iki grup da ölüme mahkûmdur, ancak biri ölümden habersizdir,
diğeri ise ölümün bilincindedir. Ölüm bilinci zayıf olanlar bir anda ölürken,
diğer grup devamlı bir ölüm bilincindedir ve onlar sürekli ölürler. Bu,
kötümser aydınlanmanın bahşettiği iki yüzlü bir madalyondur. Ölümün mutlakiyetini kavramak ve hayatın
anlamsız olduğunu bilmek bir aydınlanma hali olsa da bu gerçek karşısında insan
tüm acizliğiyle defalarca 'ölmeden önce ölmek' deneyimini yaşamaktadır.[32]
O halde bütün bu ıstıraplardan ebediyen kurtulmanın tek yolu
vardır, intihar. 84 yıllık uzun bir ömür boyunca sürekli ölümü ve intiharı
düşünen Cioran, acaba bunu neden gerçekleştirmemiştir? “Öyleyse neden intihar
etmiyorum? Çünkü ölümden de yaşamdan tiksindiğim kadar tiksiniyorum. Bu dünyada
neden var olduğumu kesinlikle bilmiyorum. Şu an bağırmak, evrene korku salacak
bir çığlık atmak geliyor içimden. İçin için eşi görülmemiş bir gümbürtünün
yükseldiğini duyuyor, neden patlayıp bu dünyayı yıkmadığım, hiçliğime
gömmediğini düşünüyorum.”[33]
Cioran sadece yaşamın değersizliğini kutsayan, kötümserliğini hayata ve tüm
sistemlere yöneltmiş biri değildir. Başka bir ifadeyle o, yaşamdan nefret
ettiği kadar ölüme ve intihara aşık olan biri değildir. İşte bu yüzden bunu
yapmamıştır.
Cioran için intihar
fikri, hayatın ve bunaltıların dayanılmaz bir anında bilinci hiçlikte sükûna
erdirecek bir acil çıkış kapısı olması bakımından çok önemli bir yer tutmaktadır.
“İntiharın mümkün olduğu tesellisi, soluksuz kaldığımız o mekanı sonsuz bir
alana çevirir. Kendimizi yok etme fikri, buna ulaşma yollarının çokluğu,
kolaylığı ve yakınlığı sevindirir ve ürkütür bizi; zira kendimiz hakkında geri
dönüşsüz bir şekilde karar verdiğimiz o hareketten daha basit ve daha korkunç
bir şey yoktur. Tek bir anda bütün anlan ortadan kaldırırız; bunu Tanrı bile
yapamazdı. Fakat palavracı iblisler olduğumuzdan sonumuzu erteleriz: Özgürlük
gösterişinden, kibrimizin oyunundan nasıl vazgeçebilirdik ki?”[34]
“Dinlerin kendi elimizle ölmeyi yasaklamalarının nedeni,
bunda, tapınakları ve tanrıları aşağılayan bir itaatsizlik örneği görmeleridir”[35]
Cioran için intihar, aynı zamanda bütün sistemlere bir başkaldırı niteliğinde
olan onurlu bir fikirdir. Nitekim tüm sistemler mensup sayılarını korumak, arttırmak
ve kendi içinden sistemin işleyişini bozacak şekilde herhangi bir kayıp yaşamak
istemezler. Çünkü bu tarz vakalar sisteme karşı duranların eline koz
vermektedir.
Zamana Düşüş ve Zamandan Düşüş[36]
Cioran semavi dinlerin cennetten kovulma olayını hayatın
trajikliği için bir başlangıç noktası sayar. İnsan cennette Tanrı ile ittisal
halinde huzurlu bir şekilde yaşarken cennetten kovulma olayı onu Tanrı’dan
müstakil bir varlığa dönüştürmüştür. Yasak meyvenin yenmesi, insanı
bilinçliliğinin farkına vardırarak kaygıya sürüklemiştir. Böylece insan
Tanrıdan ve sükûnet halinden koparak zamana düşmüştür. Zamana düşen insan kendi
özünün ayrı gayrılığının bilincine varmıştır. Zamana düşmek aynı zamanda bile
isteye kaygıya düşme durumudur. Bu kaygıyı yaratan sebep ise insanın
doğallığını yitirmesidir. Öyle ki insanın doğal hali cennette huzurlu, kaygıdan
uzak ve yaratıcısının ‘dizinin dibinde’ olduğu bir haldir. İnsan zamana
düştükten sonra kendini ‘ezelî huzur’ dan kovduran işlere devam ederek,
hırslarını büyütmüş ve her zaman daha fazla bilmek ve hükmetmek istemiştir. Böylece
o, uygarlıkları inşa etmiştir. Ancak sürekli daha fazlasını isteyen insan,
zamanla hırslarının büyümesinden dolayı daha da kaygılanmış ve zamana iyice
bulanmıştır. Doğaya sınırsızca hükmetmek isteyen insanın temel gayesi, kendini
garantiye almak ve yaşamını daha rahat sürdürebilmektir. Bu uğurda çalışan
insan, zaten zamana düşmenin getirdiği kaygı yetmezmiş gibi, ölüme ve kötü
yaşama karşı iyileştirici teknolojiler geliştirmekle daha büyük önlemler almış,
böylece daha fazla kaygılanmıştır. Cioran’a göre insanlık tarihi böyle bir
döngü halinde sürüp gitmektedir.
Ona göre uygar insan ile uygarlaşmamış insan arasında
‘zamana düşmek’ kavramıyla paralel bir fark bulunur. Uygarlaşmamış insan,
huzurdan kovulduktan sonra kendi kaygısını daha fazla arttırmamıştır. Çünkü o,
anı yaşamakta ve hayatın getirdikleriyle yetinmektedir. Korkuları olsa bile
bilinçsizdir. Oysa uygar insan bitmez tükenmez kaygılarıyla mücadele etmek
durumunda olan, ama bunu başaramayan ve asla başaramayacak olan bir varlıktır. Uygar
insanın kaygılarının en büyüğü ise ölüm kaygısıdır. Cioran’a göre insan,
cennetten kovulma olayıyla birlikte kendi ölümsüzlüğünü yitirip artık ölümlü
bir varlık olduğunu anlamıştır. Nitekim ölüm bilinci, varlığın en büyük kaygı
sebebidir. Bütün canlıların nihai amacı kendilerine verilen biricik yaşamlarını
sürdürmektir. Bilinçsiz olan canlılar bunun peşinden herhangi bir düşünceyle
değil, yaşama ve üreme içgüdüleriyle koşar. Oysa bilinçli olan insan ise bir
yandan hayatını korumak ve sürdürmek için var gücüyle çabalarken, bir yandan da
ölümden son derece korkar ve bu onu kaçınılmaz olarak sürekli bir kaygıya maruz
bırakır. Cioran’a göre ölüm korkusu, zamana düşüş olayının bir sonucudur. Bu
olayla, yani ilk günahla beraber insan sonsuz yaşamı kaybetmiştir. Yine de
sonsuzluk isteği insanı hayata bağlayan bir umuttur. Bu umudun tek kaynağı ise
hiç şüphesiz Tanrıdır.
Sadece Tanrı, ölümsüzlük umudunun yegane kaynağı olsa da
Cioran için bunun da pek bir anlamı yoktur ve onda ölümsüzlük olumlanmaz. Ona
göre ebedi yaşam arzusu sadece akılsallıktan yoksun bir istenç olarak karşımıza
çıkmaktadır. İnsan için böyle bir kavram rasyonel olarak değil, sadece
genlerine işlemiş bir ümit olarak anlamlıdır. Öyle ki insan eğer ölümsüzlüğün
saf akılla muhakemesini yapabilirse bunun muhal olduğunu rahatça kavrayabilir. “Aralıksız
bir uyku kavramını ürküntü duymadan kabul ederiz, buna karşın, ebedi bir
uyanıklık (ölümsüzlük, eğer kavranabilseydi, tam böyle olacaktı) bizi dehşete
düşürür. Bilinçsizlik bir vatandır, bilinç bir sürgün!”[37]
Tüm bunlara karşın Cioran, kurumsallaşan dinlerin, Tanrının
itibarını son derece zedeleyen bir yapıda olduğu gerekçesiyle, kurumsal yapıya
bürünmemiş bir Tanrı anlayışına bütün şüpheciliğine rağmen açıktır. Kendine bir
nebze uygun olduğunu düşündüğü kurumsallaşmamış Tanrı, Budizm’in Tanrısıdır. Buna
rağmen onun Tanrıyla olan hesaplaşmaları ve şüpheciliği hayatı boyunca hiçbir
zaman bitmemiştir ve bu yüzden hiçbir dinin asla gerçek bir mümini olmamıştır. Cioran’a
göre “Bütün gözden düşürme gayretlerine rağmen Tanrı’yla işimiz hiçbir zaman
bitmeyecektir”. Çünkü ona göre insanın yaşayabilmesine imkan sağlayan şey
insanın rasyonel aklı değil, metafiziksel hissiyatlarıdır. İnsanlar çağlar
boyunca duygusal ihtiyaçlarının dayattığı Tanrıya ve onun ahiret vaatlerine
sığınarak hayatta kalabilmiştir. “Umut içinde yaşamak, geleceğe ya da geleceğin
hayaline güvenmek, buna öylesine alışmışız ki, sadece sonsuzluk boyunca bekleme
ihtiyacından dolayı ölümsüzlük kanısına kapılırız.” [38]
Birey için bu şekilde büyük bir öneme sahip olan Tanrı ve
din elbette tarih boyunca uygarlıkların da temel yapı taşları olmuştur. Cioran’a
göre Tanrı ve din, insanın ürettiği yanılsamalar ve kurgulardır. Bu çerçevede
uygarlıkların var olabilmesi için kendisinin kurduğu bu yanılsamalara ve
kurgulara bağlı kalmaları, onları sorgulamamaları ve yıkmamaları gerekir. Eğer
bu yapılır ve asırlardır üretilmiş tüm kurumsal yapıların insanın kurguları
olduğu, ilahi bir temele dayanmadığı aşikâr olursa, işte o zaman, ilk günahla
birlikte zamana düşen insan, bu kez de zamandan düşecektir.
Cioran için zamandan düşmek, insanın kendi eliyle ürettiği
yapıların sahteliğinin ve yaşamın anlamsızlığının fark edilmesidir. “Bu sefer onun
(insan) için ebediyetten değil, zamandan düşmek söz konusu olacaktır artık;
zamandan düşmek ise tarihten düşmektir; askıya alınma halidir; atıllığa ve
donukluğa, durgunluğun mutlağına gömülmektir…”[39]
İnsan zamana ebediyetini yitirerek, zamandan ise kendi
faniliğini yitirerek düşmüştür. Böyle bir trajediyle zamandan düşmek, insanı
kendi türünün ürettiği tüm sistemlerin ve kurumsallığının dışına itmektedir. Bu
noktada zamandan düşen insanı daha büyük bir sorun, hayattaki bütün
eylemlerinde kendini hareketsiz bırakan ve adeta bir yaşayan ölü haline getiren
şüphe krizleri beklemektedir. Gelinen bu son durak, ilk günahın serüveninin nihai
sonucudur. Bu duruma gelen bir insan için artık herhangi bir dini, Tanrıyı veya
beşerî anlamı benimseyebilmenin ve ona inanabilmenin mümkünatı yoktur. Çünkü inanarak
kendini adayabileceği, en azından duyumsal olarak ruhunu rahatlatabileceği
bütün kavramlar, insan varoluşunun değişmez yazgıları olan iki gerçeğin, yani yıkıcı
zaman ve yok edici hiçliğin karşısında eriyip gitmiştir. Cioran için zamandan
düşen kuşkucular ikiye ayrılır. Hakiki kuşkucuların zamandan düşüşü geriye
dönmemek üzere bâki kalırken, sahte kuşkucular kendi kişisel deneyimlerinde
belli bir noktaya kadar ilerleyebilmekte, ancak zamandan düşmenin yıkıcı
dayanaksızlığının verdiği korkuyla tekrar eski hallerine dönmektedirler. Hakiki
kuşkucular, deneyimlerini hiçliğin mekansızlığına kurularak zeminsiz kalmış ve
dünyevi arzularından tamamen kopmuş bir vaziyette kalarak yaşarlar. Onlar, tasavvufî
bir terimle açıklamak gerekirse, ‘hiçliğin vecdini’ yaşarlar.
“Hiçlik benim hep içimdeydi, onu başka yerde aramama gerek yoktu.” [40]
[1] Südar DUDU, “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi” (Erzurum, ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ, 2018), 32.
[2] E. M. Cioran ve Kenan Sarıalioğlu, Doğmuş olmanın sakıncası üzerine (İstanbul: Gendaş Kültür, 2001), 5.
[3] Ahmet Cevizci, ed., Felsefe ansiklopedisi. 3, Babil Güncel, 31 25 (Ankara: Babil, 2005), 235-36.
[4] Christian Delacampagne ve Devrim Çetinkasap, 20.yüzyıl felsefe tarihi, 4. baskı (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014), 278-79.
[5] Sadık Erol Er, “E. M. CIORAN’IN FELSEFESİ (Temel Kavramlar ve Sorunlar)” (ERZURUM, ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ, 2005), 69.
[6] E. M. Cioran, röportaj yapan Chiristian Bussy, 1973.
[7] E. M. Cioran, Burukluk, çev. Haldun Bayrı, İkinci Basım: Eylül 2013 (İstanbul: Metis Yayınları, 2013), 46.
[8] Kenan SARIALİOĞLU, Cioran/Tebessüm, Sırıtma ve Ötesi, Ayrıntı (Ankara: FOL, 2019); Er, “E. M. CIORAN’IN FELSEFESİ (Temel Kavramlar ve Sorunlar)”; Cevizci, Felsefe ansiklopedisi. 3; Sadık Erol Er, Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü (ÇİZGİ KİTABEVİ, 2018).
[9] “Emil Michel Cioran - Gözyaşları ve Azizler”, t.y., 98.
[10] Er, Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü, 25.
[11] Samet Zengi̇noğlu, “E. M. Cioran’da Ölüm ve İntihar”, The Journal of Academic Social Science Studies 2, sy Number: 75 (01 Ocak 2019): 3, https://doi.org/10.9761/JASSS8042.
[12] Mehmet Bal, “NIETZSCHE VE CIORAN: KRİZİN FELSEFESİ”, t.y., 123.
[13] Cioran, Burukluk, 24.
[14] Mehmet Bal, “Cioran’da İnsanın Trajedisi: Zamana Düşmek ve Zamandan Düşmek”, Beytulhikme An International Journal of Philosophy 13:4, sy 13:4 (2023): 63, https://doi.org/10.29228/beytulhikme.73905.
[15] SARIALİOĞLU, Cioran/Tebessüm, Sırıtma ve Ötesi, 23-25.
[16] Er, Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü, 28-29.
[17] DUDU, “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi”, 39.
[18] E. M. Cioran, "Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine" (İstanbul: Gendaş Kültür, 2001), 192.
[19] DUDU, “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi”, 53.
[20] DUDU, 60.
[21] Cevizci, Felsefe ansiklopedisi. 3, 238.
[22] “E. M. Cioran-Çürümenin Kitabı” , 116.
[23] Bal, “NIETZSCHE VE CIORAN: KRİZİN FELSEFESİ”, 114.
[24] “E. M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, t.y., 31.
[25] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 87.
[26] E M Cioran, Hiçliğe Açılan Pencere, 1. bs (Sel Yayıncılık, 2023), 101.
[27] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 23.
[28] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 24.
[29] “E. M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, 54.
[30] “E. M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, 90.
[31] Bal, “Cioran’da İnsanın Trajedisi”, 60.
[32] Zengi̇noğlu, “E. M. Cioran’da Ölüm ve İntihar”, 431-32.
[33] “E. M. Cioran - Umutsuzluğun Doruklarında”, t.y., 69.
[34] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 39.
[35] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 40.
[36] Bal, “Cioran’da İnsanın Trajedisi”; “E. M. Cioran Zamana Düşüş Metis Yayınları”, t.y.
[37] Cioran ve Sarıalioğlu, Doğmuş olmanın sakıncası üzerine, 129.
[38] Cioran ve Sarıalioğlu, 113.
[39] “E. M. Cioran Zamana Düşüş Metis Yayınları”, 141.
[40] E. M. Cioran, Ezeli mağlup: söyleşiler, 2. bs (İstanbul: Metis Yayınları, 2012), 106.
Kaynakça
BAL, Mehmet. “Cioran’da İnsanın
Trajedisi: Zamana Düşmek Ve Zamandan Düşmek”. Beytulhikme An International
Journal Of Philosophy 13:4, Sy 13:4 (2023): 55-68.
Https://Doi.Org/10.29228/Beytulhikme.73905.
BAL, Mehmeti “Nietzsche Ve Cioran: Krizin
Felsefesi”, t.y. Malatya, 2023
CEVİZCİ,
Ahmet, Ed. Felsefe Ansiklopedisi. 3. Babil Güncel, 31 25. Ankara: Babil,
2005.
Cioran,
E. M. Burukluk. Çeviren Haldun Bayrı. İkinci Basım: Eylül 2013. İstanbul:
Metis Yayınları, 2013.
Ezeli
Mağlup: Söyleşiler.
2. Bs. İstanbul: Metis Yayınları, 2012.
E.M.
Cioran- Hiçliğe Açılan Pencere. 1. Bs. Sel Yayıncılık, 2023.
Cioran,
E. M., Ve Kenan Sarıalioğlu. "Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine".
İstanbul: Gendaş Kültür, 2001.
Delacampagne,
Christian, Ve Devrim Çetinkasap. "20.Yüzyıl Felsefe Tarihi",
4. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
DUDU,
Südar. “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi”. ATATÜRK
ÜNİVERSİTESİ, 2018.
E.
M. Cioran, Röportaj Yapan Chiristian Bussy, 1973.
“E.
M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, Pdf, T.Y.
“E.
M. Cioran - Umutsuzluğun Doruklarında”, Pdf, T.Y.
“E.
M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, Pdf, T.Y.
“E.
M. Cioran Zamana Düşüş Metis Yayınları”, Pdf, T.Y.
“Emil
Michel Cioran - Gözyaşları Ve Azizler”, Pdf, T.Y.
ER,
Sadık Erol. “E. M. CIORAN’IN FELSEFESİ (Temel Kavramlar Ve Sorunlar)”. ATATÜRK
ÜNİVERSİTESİ, 2005.
ER,
Sadık Erol, "Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü" ÇİZGİ KİTABEVİ, 2018.
SARIALİOĞLU,
Kenan. Cioran/Tebessüm, Sırıtma Ve Ötesi. Ayrıntı. Ankara: FOL, 2019.
ZENGİNOĞLU,
Samet. “E. M. Cioran’da Ölüm Ve İntihar”. The Journal Of Academic Social
Science Studies 2, Sy Number: 75 (01 Ocak 2019): 427-34.
Https://Doi.Org/10.9761/JASSS8042.
Ahmet Can KUŞOĞLU -
2024 ©
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder