27.05.2024

Pesi-Mistik Bir Filozof: Emil Michel Cioran


Giriş


Emil Michel Cioran (1911-1995), Rumen felsefeci, ahlakçı ve deneme yazarıdır. Eserlerini büyük oranda Fransızca yazmıştır. Onun felsefesi genel olarak melankoli, kötülük problemi, intihar, tanrı, din, ahlak ve hayatın anlamı gibi konuları içerir. Gençlik yılları, etnik kökeninin ona dayattığı zorluklardan kaçmak ve yüzleşmekle geçen Emil Cioran, felsefesinde işlediği bozulmanın, çürümenin ve yok olmaya yüz tutmuşluğun simgesi olarak belki de gidilebilecek en uygun yere, Paris’e gitmiştir. Ancak bu gidiş, felsefi bir aydınlanma yolcuğu olmayıp, bir nevi gönüllü sürgün niteliği taşır. Cioran Paris’e sürgüne gittiğinde sadece bulunduğu yeri değil, aynı zamanda ana dilini ve anılarını da kaybetmek durumunda kalmıştır. Onun hayatını bir anlamda yurtsuzlaşmak olarak ele alırsak, bu durumun sadece bölgesel olmayıp, aynı zamanda felsefesine ve düşünme sistemine de derinden sirayet ettiğini görürüz.[1] En küçük kardeşi Aurel’e yazdığı 7 Şubat 1974 tarihli mektubunda “Dil değiştirmekle bizzat varlığımın her parçasından, ne olursa olsun, hayatımın tüm çağlarından vazgeçtim” diyecektir. [2]


Cioran’ın uykusuzluk filozofu olarak bilinmesine sebep olan İnsomnia hastalığı vardır. Eserleri ve düşünceleri ‘uykusuz gecelerin pesimistik aydınlanmaları’ olarak değerlendirilebilir. Uykusuzluk Cioran’da felsefi düşüncelerini sorgulama ve yazma anlamında tetikleyici bir rol oynarken aynı zamanda onun felsefeye olan tutkusunun da zamanla sönümlenmesine yol açmıştır. [3]

İki büyük dünya savaşını da görmüş olan filozof, bu buhranlı zamanların karanlık atmosferinden oldukça etkilenmiştir. Avrupa’nın ve daha genelde dünyanın birbirine girmesi ve insanlığın çektiği korkunç acılar Cioran’ı hayata karşı müthiş bir ümitsizliğe ve karamsarlığa mahkûm etmiştir. Nitekim her düşünür, zorunlu olarak kendi çağının insanıdır ve o şekilde değerlendirilmelidir. [4]

Felsefe dünyasını büyük oranda Nietzsche ve Schopenhauer şekillendirmiştir. Cioran, hayata karşı karamsar duruşunda adı geçen filozofların özel tarzdaki Nihilizmlerinden etkilenerek kendi anlam dünyasını şekillendirmiştir. İlerde de değineceğimiz gibi, Nietzsche ve Schopenhauer’un aktif nihilizmlerini pasif ve çok daha karamsar bir yapıya büründürmüştür. Cioran felsefesi büyük oranda nihilizm ve özel bir tarzdaki varoluşçuluk çerçevesinde, dine, tanrıya, yaşama ve tarihe karşı kötümser ve inkârcı bir yapıdadır. Onun bu felsefi tavrının nedenleri arasında topluma karşı yabancılaşmak ve hayata dair hayal kırıklıkları büyük bir önem taşır. Gerçekten de o, hayata karşı büyük bir olumsuzlamaya giderek hiç doğmamış olmayı dilemektedir.

Varoluşçu filozofların aksine Cioran, nihilizmin ve ardından gelen varoluşçuluğun insanı yükselterek özgür kıldığı fikrini eleştirmiştir. Ona göre hata aslında temelde, doğmuş olmaktadır. Dolayısıyla insan hayatı değersiz olduğu ve ne yapılırsa yapılsın bir değer üretemediği için varoluşçu tarzda bir özgürlük vurgusu Cioran tarafından benimsenmez ve anlamsız bulunur. Cioran’ın varoluşçuluğu ve nihilizmi, bu kavramların akla ilk getirdiği tarzda değildir. Onda hayatın, dinin ve tanrının olumsuzlanması sonucunda ortaya sistemli olarak insanı ‘yeniden inşa’ öğretisi çıkmaz. Onda bütün sistemler, umutlar ve hayaller, kırıldığı ve düştüğü yerde kalır. Cioran felsefesinin bir zemine kolayca oturmamasının sebebi budur.

Hayatın hiçbir değeri olmadığını savunan filozof, aynı zamanda geçmişe ve geleceğe dair olumsuzlamalarını da göstermiştir. Ona göre tarihin serencamı, aslında insanların ezilmelerinden ve güç hırsının her şeyi yakıp yıkmasından başka bir şey değildir. Ona göre tarih, kötülüklerin tarihidir.  Kendi çağının genel bakış açısının aksine Cioran, ilerlemeci ve gelişmeci tarih anlayışına karşı çıkar. Ona göre insanoğlu hiçbir dönemde gelişememiştir. Çünkü hayatlar anlamsızdır ve her ne yapılırsa yapılsın, insanlık ileri gidemeyecektir. Bütün devletler ve imparatorluklar, tıpkı insanın biyolojik döngüsünde olduğu gibi doğar, büyür ve ölür. Cioran’a göre insanlık ve onun ürettiği her kurum ölmeye ve yok olmaya mahkumdur. Geçmişe karşı düşünceleri bu şekilde olan Cioran, aynı olumsuzluğu geleceğe yönelik de yineleyerek geleceğin, geçmişten daha kötü olacağını savunur. Hatta “Eğer çocuklarım olsaydı onları boğardım” diyecek kadar ileri giden filozof, 21.yy’ın geçmişe hiçbir açıdan benzemeyeceğini ve her şeyin çok daha kötü olacağını savunur. [5]

Cioran felsefesinin genel hatları kolayca ortaya çıkarılabilmesine rağmen, yine de onun hakkında tek kelime ile “nihilist”, “varoluşçu” ya da “şüpheci gibi tanımlamalar yapılamaz. Her ne kadar 19. Ve 20. Yüzyılın içlerinde Nietzsche, Schopenhauer, J.P. Sartre, A. Camus ve E. M. Cioran gibi filozofların bulunduğu güruh hakkında kolayca “Varoluşçu ve Nihilist” gibi tanımlamalar yapılabilse de, aslında bu tarz tanımlamalar, adı geçen filozofların tam teşekküllü bir portresini çıkartmamaktadır. Bunun nedeni onların felsefelerinin tek bir tanımla ifade edilebilecek kadar net ve diğer akımlardan keskin çizgilerle ayrılabilen bir hüviyete sahip olmamasıdır. Çünkü sözü edilen filozofların farklı konu başlıkları içerisinde çeşitli argümanları ve tavırları olup, felsefelerinin bütünü düşünüldüğünde tek bir isimle tanımlanmaları zordur.  Dolayısıyla onların felsefelerini net bir çerçeve içerisine almak hatalı olacaktır.

Nitekim Cioran, Christian Bussy ile yaptığı bir röportajında, kendisinin nihilist olup olmadığı şeklindeki soruya şöyle cevap vermiştir; “Nihilist değilim, hiçbir şey değilim. Nasıl denir ki… Bazen nihilist damarım tutar. Yani söylemesi zor, söz gelimi Buda’ya nihilist diyebilir miyiz? Diyemeyiz, girift bir mevzu bu. Doğrusu, büsbütün dürüst kalarak bu soruya nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum. Ben su katılmamış bir inkârcıyım. Ama benim inkârım teorik bir inkâr değil, pratik bir inkâr. İçten gelen bir inkâr da her şeye rağmen bir iddiadır, bir patlamadır. Mesela tokat bir inkâr mıdır? Şöyle bir tokat indirmek… Öyle değil mi?” [6]

Cioran’ın düşünce dünyasını büyük oranda şekillendiren belki de en önemli kavram ölüm ve intihardır. Hayata karşı bütün benliğiyle büyük bir nefret taşıyan filozof, her ne kadar ilginç olsa da intiharın gölgesi altına sığınarak yaşamayı başarmıştır. Ona göre intihar, bunalımlı bir anda hayatı aniden bitirip rahata kavuşmayı sağlayan bir acil çıkış kapısı gibidir. Nitekim “Sadece, canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum”[7] diyecektir. Böylelikle intiharı her ne kadar olumlamış gibi görünse de uzun bir hayat sürmüş ve bunu yapmamıştır. İntihar onun için, düşüncesi zihne yerleştiği anda yapılması gereken bir eylem olmayıp, artık hayata katlanılamayacak düzeye gelindiğinde yapılması gereken bir şeydir. Diğer yandan intiharın zihnin bir köşesinde her zaman bulunması ve hayatı sonlandırmanın çeşitli yollarla çok kolay olması, onun hayata daha rahat katlanabilmesine sebep olmuştur.

Hayatı[8]

8 Nisan 1911’de Romanya’nın Transilvanya bölgesinin Răşinari köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Emilian Cioran, Ortodoks bir papazdır. O dönemde bulundukları bölge Avusturya-Macaristan işgalinde olduğu için babası Emilian, Macarlaştırma girişimine karşı direnişin bir simgesi olarak çocuklarına Latince isimler vermiştir. Emil 10 yaşındayken lise’ye başlamak üzere köyüne yakın olan Sibiu şehrine gitmiştir. Buradayken ilk büyük buhranlarını yaşamaya başlamıştır. Çünkü kendi köyü adeta cennetten bir köşe gibidir ve bu, oradan ilk ayrılışıdır.

1928'de Bükreş Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Bölümü'ne girmiştir, buradayken bol bol Nietzsche ve Schopenhauer okur ve onlardan etkilenir. Yirmili yaşlarındayken uykusuzluk (İnsomnia) hastalığına yakalanır.

1932’den itibaren Calendarul, Floarea de Foc, Vremea, Azi ve Gandirea dergilerinde düzenli olarak yazılar yayımlamıştır. Lisans bitirme tezi olarak Bergson Sezgiciliği konusunu çalışan Cioran, doktoraya psikoloji alanından yazılır. Ancak doktorayı asla bitirmeyecektir. Cioran artık buradan itibaren sistemsel düşünce ve çalışmalardan hayatının sonuna dek ayrılır.

1934’te Emil Cioran, kariyerinin başlangıcında önemli bir adım atarak ilk eseri olan “Umutsuzluğun Zirvesinde/Doruklarında” kitabını yayımlar ve bu eserle prestijli “Kraliyet Akademisi” ödülüne layık görülür. Cioran bu başarısıyla ‘umut verici bir yazar’ olarak anılır.

Cioran Berlin’de felsefe okumak için “Humboldt Kurumu” bursunu kazanmıştır. Önceleri yatkın olduğu Bergsonculuktan, ona göre hayatın trajik yönlerinden bihaber olduğu için soğur ve kopar.

1936’da Romanya’ya dönerek Braşov Lisesinde ancak bir yıl yapacağı felsefe öğretmenliği görevine gelir. Yoğun bir şekilde Baudelaire, Proust, Dostoyevski ve Shakespeare okur. Bükreş’te “Aldanışlar Kitabı” yayımlanır.

1937'de Bükreş Fransız Enstitüsü'nden burs kazanarak Paris'e gidip yerleşir. Yine bu yıl dini bir eleştiri hüviyetinde olan kitabı “Gözyaşları ve Azizler” yayımlanmıştır. Eser birçok eleştiri almıştır. Bir Romanyalı aydın olan Mircea Eliade, onu bozgunculuk ve inkarcılık ekseninde eleştirmiştir. Cioran’ın II. Dünya savaşı sırasında muhtemelen birkaç kez Romanya’ya gidip geldiği sanılmaktadır.

Ancak 1993’te Fransızca çevirisi yayımlanacak olan “Mağlupların Kitabı” isimli çalışmasını 1944’te yazar. Bu eserinden sonra artık tamamen Fransızca yazacaktır. Bu doğrultuda, uzun bir süre boyunca Fransızcasına güvenmediği için yayınlamadığı “Çürümenin Kitabı” adlı çalışmasını hem dilsel hem de içeriksel olarak yeniden işleme sokarak defalarca kez yeniden yazmak durumunda kalmıştır.

1945’ten sonra, yani savaşın bitmesiyle Cioran bisikletini alır ve Fransa’yı gezer. Özgürlüğüne çok fazla düşkün olan Cioran, gezdiği yerlerde gençlik yurtlarında kalır. Hatta bisikletiyle İsviçre, İspanya ve İngiltere’yi de gezmiştir.

1949’da “Çürümenin Kitabı” iki bin adet basılır. Felsefesi ve yazıları için ilk eleştirilerini bu kitapla birlikte almaya başlamıştır. O yıl ilk defa verilecek olan ‘Rivarol’ ödülü için Cioran layık görülür ve ödülü alır. Kendi ifadesine göre bu ödül onun ‘durumunu sağlamlaştırmak’ için kabul ettiği ilk ve son ödül olmuştur. Daha sonra düzenli bir ödül reddetme filozofuna dönüşen Cioran, 1957, 1961 ve 1977’de çeşitli ödülleri reddeder.

1952 yılında “Hüzün Kıyasları” adlı kitabı yayımlanır. Bu eserle beraber Cioran artık özdeyiş veya aforizma biçemini kesin olarak benimsemiştir. Bu eser sadece 500 adet satar. Cioran bu eseri için Aurel’e 1977 tarihli mektubunda “Hüzün Kıyasları, sadece gençlerin okuduğu ve tercih ettiği bir kitaptır, dostlarım onu anlamsız ve ciddiyetsiz bulurlar” diyecektir.  

1956’da kendisinin en beğendiği kitabı olarak tercih ettiği “Varolma Eğilimi” kitabı çıkarır.

1960’da “Tarih ve Ütopya” yayımlanır.

1964’te “Zamana Düşüş” veya “Zamanda Düşüş” eseri yayımlanır.

1969’da “Kötü Tanrı” eseri yayımlanır ve kendisinden ilk defa basında bahsedilir. ‘Le Monde’ gazetesinde kendisi hakkında iki sayfalık bir yazı yazılır.  Bu kitap “Çürümenin Kitabı” eserinin başarısına ulaşmıştır. Cioran, ödüllerden kaçındığı gibi, aynı zamanda kendisi hakkında söz edilmesinden de rahatsız olan bir karakterdir. O, yazdıklarını bir başarı olarak düşünmez. Bu konudaki rahatsızlığını Aurel’e 1969 tarihli mektubunda “Sana Monde’un iki sayfasını gönderiyorum... Bütün bu işleri durdurmayı denedim, fakat yapacak bir şey yoktu.” şeklinde dile getirmiştir.

1973’te “Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine” yayımlanır. Bu kitabını Cioran “Ne iyi ne kötü… hem nafile, hem de kasvetli düşünceler ve öyküler yığını…” olarak tanımlar. Aurel’e mektuplar 1973

1974’te “Kötü Tanrı” eseri İspanya’da sansüre uğrar ve yasaklanır. Kardeşi Aurel’e 1974 tarihli mektubunda bu olayı şöyle anlatır: “İspanya’da bu günlerde yayımlanması gereken Kötü Tanrı sansüre takılıp toplatıldı ve yasaklandı. Kitap onlara göre tanrıtanımaz, kâfirce ve Hıristiyanlık karşıtı öğeler içeriyormuş. Engizisyon ölmemiş. Çok gülünç bunlar!”

1976-1979: “Kıyaslar” cep kitabı olarak yayımlanır ve başarı sağlar. Sonraki yıl “Gerici Düşünce Üzerine Bir Deneme” yayımlanır.  Ardından 1979’da “İşkence” çıkarılır. Her ne kadar Cioran için bu eser önemsiz olsa da otoriteler tarafından olumlu olarak değer görür. Aurel’e yazdığı mektupta bu konuyu “Neredeyse otuz yıldır burada yazdığım kitapların gerçekte hiçbir başarısı yok… Herkes, diğerlerinden hiç de iyi olmayan bu kitaptan söz ediyor” şeklinde değerlendirir.

1985’te Fransız Kültür Derneği onu Atina’ya davet eder. Burada bir konferans verir.

1986’da “Hayranlık Talimleri” yayımlanır. Hem olumlu eleştiriler alır, hem de ortalama sayıda satar. Sonraki yıl Cioran’ın son eseri olan ve 30.000 satan “İtiraflar ve Aforozlar” yayımlanır.

1995’te Cioran, hayatın bir ironisi ya da armağanı olarak sayılabilecek şekilde Alzheimer hastalığından dolayı Paris’te ölür. Hayat ona bu hastalıkla birlikte belki de ilk defa iyi davranarak bütün ıstıraplarını ve anılarını unutturarak ruhunu sükûnete kavuşturmuştur.

Nihilizm

“Nihilizme ulaşmanın son basamağı sonsuzlukta kayboluştur.”[9]

Cioran, 1979 yılında Jean-François Davul ile yapılan bir söyleşisinde, “Sözcüklerde size sık sık nihilist etiketi yapıştırıyorlar” söylemine karşı şöyle bir cevap vermektedir: “Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Nihilist değilim. Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok. Benim için boş bir formül bu. Basitleştirirsek, hiçlik, ya da daha ziyade boşluk saplantım olduğu söylenebilir. Buna evet. Ama nihilist olduğum söylenemez. Çünkü alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim bilir hangi nedenlerle, her şeyi şiddetle yere deviren bir tiptir. Ama ben hiç de öyle değilim. Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi. Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor. Kuşkucu terimini daha kolay kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsam da. Şöyle diyeyim: Hiçbir şeye inanmıyorum”[10]

Görüldüğü üzere Cioran, kendini tanımlama noktasında net değildir. Olsa olsa bir ‘metafizik nihilist’ veya daha çok ‘şüpheci’ tanımlarının kendisine uygun olduğunu belirtir. Ona göre nihilizm, her şeyi yıkma eğiliminde olan bir sistemdir, daha doğrusu sistem yıkıcı bir sistemdir. Cioran felsefesi ise daha çok yine sistem yıkan, ama yerine herhangi bir sistem inşa etmeyen bir tavır felsefesidir.

Her ne kadar Cioran, kendisinin ve düşüncelerinin sınıflandırılmasına karşı olsa da O’nu ‘modern bir kuşkucu’ olarak değerlendirmek mümkündür.[11] Cioran’ın nihilizmi, nihilizmi de bir anlamda yetersiz bulan ve kuşkuculukla iç içe geçmiş bir eylemsizlik ve kayıtsızlık durumudur.[12] “Nihilizmde biraz daha ateşli olsam. şüphelerimi sarsmam ve onları alt etmem -her şeyi inkar ederek- mümkün olurdu. Fakat inkar etmenin sadece zevki var bende, yeteneği değil.”[13]

Cioran’ın nihilizmiyle beraber bir başka konu olan kuşkuculuğu, sadece teorik bir arada kalma hali olmayıp, insanın irade ve hareket mekanizmasını felç eden bir etkiye sahiptir. Çünkü ona göre insanın metafizik kaynaklarına olan iç bakışıyla ortaya çıkardığı kuşkular, insanı fiiliyattan mahrum bırakan, yalnızca nefes alan aciz bir varlığa dönüştürür.[14]

Cioran’a göre yaşamın hiçbir anlamı yoktur ve insan onu boşa geçirir. Anlamsızlık ve boşluk halinden doğal olarak kesin bilgiler, başka bir ifadeyle dayanak noktası olacak ve değer üretebilecek bilgiler çıkmaz. Ona göre insanın böyle negatif tarzda bir aydınlanmaya ulaşması, yani hayatın anlamsız olduğu ve hiçbir şeyin ona anlam katamayacak olmasının bilincine varılması, insanın değersiz hayatı boyunca başına gelebilecek en anlamlı şeydir. Ancak insan buna rağmen kendi yetersizliğini, eksikliğini ve iyi olmayışını bilmesine rağmen, bu sözünü ettiklerimizi göz ardı ederek birtakım değerler üretme çabasından da vazgeçmez. Hatta kendini de kandıran ve eksik olduğunu bilmesine rağmen yetkinliğe ulaşmaya çalışan bir ahmaktır. İnsan, ontolojik olarak kötü olmasına karşın iyilik için var olduğunu söyleyen, ama ısrarla kötülük yapmaktan vazgeçmeyen ikiyüzlü bir varlıktır. Aynı zamanda insan, özgür olmadığını bilmesine ve altında her zaman ezilmeye mahkûm olduğu yazgısına rağmen özgürlük naraları atan bir şaşkındır. Nihayet insan, yaşama ereğinin ‘güçsüzlük istenci’ olduğunu göremeyecek kadar kör ve aynı zamanda bunun yerine ‘güç istenci’ ne bağlanan çaresiz bir varlıktır. [15]

Cioran’ın eserlerinde sürekli olumsuzlama tavrıyla işlediği yaşam, dünya ve nihilizm nosyonu, onun modernizmin kutsadığı, rasyonalizm ve pozitivizm ile olan mücadelesinden ileri gelmektedir.  Hıristiyanlığa bağlı olan eski tip batı metafiziğinin çürümüşlüğünden yola çıkan Cioran, inşa edilen sistemin çürümüşlüğünü haykırırken, bir yandan da buna maruz kalan insan psikolojisinin bir dışavurumunu sunmaktadır. Bu psikoloji çerçevesinde nihilizmin ilk nüvesini doğmuş olmakla başlatan filozof, “Dünyaya gelmek lanetlenmektir” diyerek kendi felsefi temasını oluşturur. Selef ve çağdaşları olan Nietzsche, Sartre ve Camus gibi isimlerden bu nokta itibariyle farklı bir konumda yer alır. 20. Yüzyıl insanının içerisinde bulunduğu çağın sorunları olan anlamsızlık, anksiyete, yalnızlık, bağlanma vb. kavramları işleyen Nietzsche, Camus ve Sartre geleneği ile benzeşen Cioran, bireyin ‘güç istenci’, ‘kendini gerçekleştirme’ veya ‘negatif enkazın üzerine inşa edilen özgürlük’ gibi temaları barındırmaması nedeniyle sözü edilen geleneğin aynı zamanda dışında yer alır. İnsanlar pozitif ve metafiziksel alanda sıkı sıkıya bir mutlak kesinlik sevdasına kapılmış durumdadır. Sözünü ettiğimiz gelenek ise mevcut bütün sistemleri yıkma noktasında nihilist ve bireyi yeniden inşa etme noktasında varoluşçu iken, Cioran felsefesini onlardan ayıran tutum budur.  Ona göre hiçbir değeri ve anlamı olmayan yaşamlarımızı boş yere geçirmekteyiz ve bu anlamsızlıktan dolayı mutlak bir kesinlik alanına ulaşmak mümkün değildir. Olumsuz yargısını yalnızca kendi çağına yöneltmekle kalmaz, tarihteki uygarlıkların, dinlerin, kültürlerin ve felsefelerin bir şekilde hep bu gerçeğin üzerini örttüğünü ve dikkatleri başka yerlere çekmek suretiyle mutlak kesinliğin peşinden koştuğunu belirtir. [16] Sonuç olarak Cioran için tüm sistemler, çok yalın bir nedenden ötürü, insanı nihai bir yaratık olarak yücelttikleri için reddedilmelidir. [17]

Tanrı ve Din

“Tanrı vardır, yoksa bile”[18]

“Cioran’ın tanrısı “mutlak” bir varlık değildir, ama yine de büyük harfle yazılır: Olmadığı halde var olan bir Tanrı’dır o! Böylesine imkansız bir gerilimin varoluşudur Tanrı... İnsanın çaresizliğidir, sürüp giden mutsuzluğuna başka anlamlar, farklı nitelikler yükleyerek yaşattığı, yücelttiği acıların toplamıdır.” [19]

“Cioran için bir anti-teoloji kurucusu diyebiliriz. Bu anti-teolojinin tarifi basittir: Önce dinin temel figürü olarak tanrı alınır ve karanlık bir şekilde tanımlanır, sonra dinin zayıflığı ve ölmek üzere olduğu tartışılır fakat önemine vurgu yapılır, sonra dinin peygamber, aziz gibi diğer ileri gelen figürlerine saldırılır ve fiiliyatları gaspedilir.”[20]

Tanrı ve din, Cioran felsefesinin ana hatlarından birini oluşturan hınç kavramının en yoğun yansıdığı alanlardan biridir. Onun tanrı ile hesaplaşması ömrünün sonuna kadar bitmemiştir. Cioran’a göre dünya Tanrının bir günahıdır. O, kadir-i mutlak olarak betimlenmesine ve her şeyi yapabilecek kudreti olmasına rağmen insanı olması gerekenden daha anlamsız, yetersiz ve eksik yaratmıştır. İşte bu yüzden Cioran’ın Tanrısı kötü bir tanrıdır. Kötü olmasının nedeni, yarattıklarında kötülüğü onaylamasından dolayıdır. Tanrı, bütün bunlara rağmen ayrıca insanın başına bir mutlakiyet ve kesinlik arayışını bela etmiştir. İnsanın talihsiz ve kötü yazgısının ilk günah ile Adem’in cennetten kovulmasıyla başladığını savunan Cioran, Tanrının Ademe zulmettiğini düşünür. Ona göre bu olay bir yazgıdır ve bunu kabul etmek felsefede idealizmi başlatan bir mihenk taşıdır. Cioran, bunu sahiplenen ve idealizmi başlatan filozofları şiddetle eleştirir. [21]

“Adem cennetten kovulduğu vakit, kendine zulmedene verip veriştirmek yerine, şeylere ad koymaya girişmiştir: Olanlara rıza göstermenin ve onları unutmanın yegane yoluydu bu, böylece idealizmin temelleri atılmış oldu. İlk kem küm edenlerin ağzında sadece bir hareket olan şey de Platon, Kant ve Hegel'de teori haline geldi.”[22]

Cioran, yine de Tanrının ve bir dinin gerçekliğine derin bir meyil gösterir. Doğasından gelen hayli şüpheci, tutarsız ve ikna olması güç bir kişilik sahibi olduğundan dolayı bu tür inançlara karşı da bir o kadar mesafeli durur. Din ve Tanrı kavramlarına karşı vazgeçilmez bir ilgi duyan Cioran için bu ilgi, kesin inançlardan ziyade, şüpheci ve agnostik bir merakın ürünüdür.[23]

Tanrısı her ne kadar kötü ve inayetsiz olsa da Cioran, onu aramayı ve bağlanma arzusunu hiç yitirmemiştir. Tanrı onun en büyük takıntısıdır.  Öyle ki, Tanrı onun için hem bütün kötülüklerin sebebi, hem de bütün umutların kaynağıdır. Tanrı onun uykusuz gecelerinin biricik dostuyken, aynı zamanda bütün olumsuzlamalarının ezeli kaynağı ve insan hayatının anlamsızlığının tek müsebbibi olarak ebedi bir düşmanıdır. Bu bağlamda Cioran’ın Tanrıya olan temayülünü, kendisinin varoluşsal krizlerinin bir yansıması olarak görebiliriz. Öte yandan cennetten kovulma olayıyla başlayan dünya sürgünü, onda Tanrıdan ayrılış ve uzaklaşma neticesiyle adeta bir hasrete dönüşmüş durumdadır.

 Cioran’da Tanrı, kelimenin tam manasıyla hiç sevmediği, hep suçladığı, fakat her şeye rağmen ölümüne vuslat acısını çektiği bir şahsiyettir. “…Aşk sonsuzluğun nesnesizliğiyle rekabet ediyor, tanrısal bir yalnızlığın sefihliği tanrının sınır tanımazlığını aşıyor, gözyaşları hışırtılarıyla hala görünen bütün bulutların akışını karanlığa sürgün ediyordu ve ağır kederine ağlayan, boşlukta yolunu şaşırmış madde ağlayıp sızlayarak yitiriyordu yoğunluğunu. Tanrım, ' hatırı sayılır bu görüntülerin sınavını hayatımın her vesilesinde neden sürdürmedin, neden beni sonsuza dek Senin berinde, ara sıra Senin üzerinde, Senin ötende bıraktın?”[24]

Şahsiyet kelimesi burada önemlidir, zira Cioran, mistiklerin Tanrıyla sanki bir insanla konuşuyormuş gibi iletişim kurmalarına hayrandır. Bu bakımdan onun Tanrıya olan yakarmaları, mistiklerin arada hiçbir ontolojik mesafe bırakmayan samimi bir tarzda ‘kişisel tanrı’ anlayışına benzer yapıda olduğu gibi, aynı zamanda ölümüne nefret ettiği biriymiş gibi düşmancadır da. “Tanrım, bana hiç dua etmeme gücü verin, her türden tapınma saçmalığından koruyun, beni Siz'in elinize hepten teslim edecek o sevgi eğilimini benden uzak tutun. Kalbimle gökyüzü arasındaki boşluk genişlesin! Issızlıklarımı mevcudiyetinizle doldurmanızı, gecelerimi nurunuzla hırpalamanızı, Sibiryalarımı güneşinizle eritmenizi hiç temenni etmiyorum. Sizden de yalnız, ellerim tertemiz kalsın istiyorum; yeryüzünü yoğururken ve dünya işlerine karışırken hepten kirlenen ellerinizin aksine ... Sersem kadiri mutlaklığınızdan, yalnızlığıma ve ıstıraplarıma saygı istiyorum sadece. Sözlerinize ihtiyacım yok; bunları bana dinlettirecek çılgınlıktan da çekiniyorum. Sizi yoklukta bir gedik açarak şu zaman panayırını başlatmaya ve böylelikle beni evrene -oluştaki aşağılamaya ve utanca- mahkum etmeye iten o hoş göremediğiniz huzuru, ilk anın öncesinden devşirilmiş mucizeyi gösterin bana”[25]

Cioran’ın Tanrısıyla olan iletişimi ister olumlu ister olumsuz olsun, her zaman serzeniş ve suçlayıcılık niteliğindedir. “Tanrım, yarattıklarını sürükleyen doğaüstü kasırgayı biliyor musun sen? Kaygı ve hezeyan onların kemiklerinde yükseldiğinde ve duyularının çarpıntısını alevler arasında kalmış bir manastır gibi hissettiklerinde beliren o kasırgayı? İnsana delilik yolunu açan Sensin, onun kanını ateşle kurutan Sensin, ayın altındaki bir yangında teninin bulamacını söndüren Sensin. Puslar arasında kilini çatlattığın bu varlığı neden tasarladın; onu yokluğa neden fırlatıp attı bu puslar? Nihai anlamını neden kül yaptın onun?”[26]

Cioran’ın Tanrısı kendiyle var olan, bizat kendi varlığıyla kâim bir varlık değildir. Onun Tanrı ve din ile ilgili görüşleri, bunları bizzat insanın icat ettiği ve insanın Tanrıya sıfatlar yüklediği yönündedir. “Bizzat Tanrı, sadece kendine eklenen sıfatlarla yaşar; ilâhiyatın varoluş nedeni budur. Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı biçimlerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla zihnin önünde haklı çıkarır kendini.”[27]

Tanrı, her ne kadar insanın bütün dertlerinin ve hınçlarının iletişim öznesi olarak onun hayli yakınındayken, bir yandan da insana ontolojik olarak oldukça uzaktır. Tanrı imgesi Cioran için bir yönüyle insan varoluşunun ana çekim kaynaklığını teşkil ederken, diğer yönüyle insan ile aradaki mesafe olarak muazzam bir uzaklıktadır. “Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız ve o kadar vasat bir çekiciliktedir? Niçin ilginçlik, tutarlılık ve güncellikten yoksundur ve bize o kadar az benzer? Bundan daha az insan biçimli ve bundan daha ucuz bir biçimde uzak bir imge var mıdır? Bu kadar soluk parıltıları ve bu kadar sallantılı kuvvetleri nasıl yansıtabilmişizdir O'na?”[28]

Cioran, insanın Tanrı’ya olan tutkusunu ve bu tutkunun insan zihnindeki yerini derinlemesine irdeler. Ona göre Tanrı tutkusu, insanın rasyonel düşüncesinin ötesindedir, bu yüzden tam olarak açıklanamaz veya mantık çerçevesine oturtulamaz. Bu tutku belki de insan zihninin dağınıklığından, duygusal sapmalarından ve de geçmişe karşı duyulan bir özlemle ilgilidir. “İnsana hakim olan ya da insanın asla hakim olamadığı bütün tutkular arasında en saçması, en az denetlenebileni ya da rastgele bir anlama indirgenebileni Tanrı tutkusudur. Bu tutku zihnin bağlantı kopukluğunun, duyarlılığın çılgınca sapmasının mı meyvesidir, yoksa nostaljinin en son sapkınlığı mıdır? Nesnesiz bir ateş içinde saçılıp savrulmuş amma da yürek sıcaklığı! Aklın hiçbir unsuru böyle bir cazibe tohumunun yeşereceği ısıyı öngöremez, zihnin hiçbir berrak argümanı rasyonel gerçekliği olmayan bir doruğa doğru yükselen bu ateşi doğrulayamaz. Ruh Tanrı'yı doğururken aklın tarihini lekeledi.”[29]

Ölüm ve İntihar

Cioran felsefesinde ölüm ve intihar kavramları en az Tanrı ve din temaları kadar, hatta belki de daha kritik bir konumu teşkil eder. Onun bütün kötümserliği, insan hayatının son derece kıymetsiz oluşu ve böyle bir zeminde herhangi bir değer üretmenin imkansızlığı, tamamen ölüm gerçeğinin bilinci ve onun ruhu yok ediciliğinden kaynaklanır. Cioran hiçbir şeye inanmadığı için, doğal olarak ölümden sonraki herhangi bir yaşama da inanmaz. Her ne kadar aforizmalarında sık sık ebedilik ve cennet vurguları yapsa da bu onun sonsuz yaşama inanmasından değil, mevzu bahis konuları içerisinde bulunduğu Hıristiyan dinî geleneğine göre ele almasından ileri gelir. Dinî kökenli kavramları kendi çerçevelerine göre yorumlayan Cioran, hiç inanmadığı ahireti ve cenneti çok yoğun bir şekilde arzular. Aslında onun bütün problemlerini ve kötümserliğini sadece gerçekten inayetini hissettiği bir Tanrı ve onun ebediyete ilişkin vaatleri çözebilir görünmektedir. Ancak hiçbir zaman peşini bırakmayan mutlak şüpheciliği, onun böyle bir ruh dinginliğine kavuşmasını ebedi şekilde önlemektedir.

Ölüm Cioran için insan zihnini yanıltıcı bir sahtekardır. Öyle ki her zaman kendi varlığını unutturarak insanın hayat boyu eylemlerini sürdürebilmesine izin verir. Ona göre insanoğlu, ölümsüzlük fikrine tarihin en başından beri ikna olagelmiş ve bu onun genlerine kadar işlemiştir. Ancak Cioran felsefesi, kötümser ve bir o kadar yıkıcı tavrıyla böyle bir ölümsüzlük kabulünü asla onaylamaz. İnsanların ölümsüzlük fikrine ikna oldukları ve hayatları boyunca eylemlerini bu ‘garanti yaşam’ konforuyla yapabildikleri yerde Cioran, bunun tam aksine böyle bir inanca veya fikre ikna olmadığı gibi, onu adeta hayattan saf dışı bırakan bir eylemsizlik haline duçar olur.

“Sanki ölümsüzmüşüz gibi günlerin sıkıntılarına tutunuyoruz; bilinçaltımızda sonsuza kadar yaşıyor olmasaydık hiçbir davranış mümkün olmazdı. Görünüşte varoluşun en bayağı özelliği olan, bütün insanların hep birlikte kabul ettiği geçicilik, ölümlülerin hiçbir akıl yürütmesinde somut olarak yer bulmaz. Gündelik hayat duyuların sonsuzluğu içinde yüzer; zihin bu sonsuzluğu yok etmeyi başaramasa da şaşırmaya devam eder. Sonsuz olma kanaati insan içgüdülerine dahil olmasaydı tarih çoktan dururdu. Hayat, ki geçiciliğin ta kendisidir, ancak geçicilik fikrinin inkarıyla mümkündür.”[30]

Cioran’a göre bütün anlar ve arzular hiç durmadan ölüme doğru koşmaktadır. Hayat ölümle ölesiye doludur. Her baktığı yerde ölümün mutlak zaferini görmektedir. İnsan, ölümü kendi başına gelinceye değin somut olarak algılayamaz. Ölüm, soyut şekilde var olan bir bilinçaltı bilgi kırıntısı gibi vaktinin gelmesini beklemektedir. Ölüm gerçeğiyle yaşamak, ölümle beraber hiçliğe gideceğimizi bile bile yaşamaya devam etmek ona göre kesinlikle anlaşılamaz bir şeydir. Tanrıya olan ihtiyaç, işte tam burada ölümsüzlük umuduyla ilişkili olarak kendini vazgeçilmez bir şekilde gösterir. [31]

Cioran’ın düşünceleri, varoluşun temelinde yatan acı ve talihsizlikler üzerine yoğunlaşmaktadır. Onun için yazmak, yaşamın dayanılmaz ağırlığına karşı bir savunma mekanizmasıdır. “Eminim ki, eğer kâğıtları karalamasaydım, uzun zaman önce kendimi öldürmüş olurdum" söylemi bunu net şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre, varoluşun kendisi bir talihsizliktir ve bu, özellikle doğumun kaçınılmaz gerçekliğiyle ilgilidir. Cioran, doğmuş olmanın ağırlığını taşıyamamış ve bu durumu kabullenememiştir. Ölümü düşünmemek, onun için bir hile ve aldatmaca gibidir. Ölüme zarar verebilecek tek şey ise ona karşı kibirsizlik halidir, çünkü bu, insanın ölüm karşısında eğilmesine engel olmaktadır. Aksi halde ölüme karşı kibirli olmak ve ona meydan okumak, yaşam istencini beslemekten başka bir işe yaramamaktadır. Cioran’a göre insanlar, merkezini ölümün düşünülmesinin oluşturduğu bir sınıflamaya tâbidir. O, insanları ölüm duygusuna sahip olanlar ve bu duygudan yoksun olanlar şeklinde ikiye ayrılır. Bu iki grup arasında, iletişimin mümkün olmadığı bir uçurum vardır. Her iki grup da ölüme mahkûmdur, ancak biri ölümden habersizdir, diğeri ise ölümün bilincindedir. Ölüm bilinci zayıf olanlar bir anda ölürken, diğer grup devamlı bir ölüm bilincindedir ve onlar sürekli ölürler. Bu, kötümser aydınlanmanın bahşettiği iki yüzlü bir madalyondur.  Ölümün mutlakiyetini kavramak ve hayatın anlamsız olduğunu bilmek bir aydınlanma hali olsa da bu gerçek karşısında insan tüm acizliğiyle defalarca 'ölmeden önce ölmek' deneyimini yaşamaktadır.[32]

O halde bütün bu ıstıraplardan ebediyen kurtulmanın tek yolu vardır, intihar. 84 yıllık uzun bir ömür boyunca sürekli ölümü ve intiharı düşünen Cioran, acaba bunu neden gerçekleştirmemiştir? “Öyleyse neden intihar etmiyorum? Çünkü ölümden de yaşamdan tiksindiğim kadar tiksiniyorum. Bu dünyada neden var olduğumu kesinlikle bilmiyorum. Şu an bağırmak, evrene korku salacak bir çığlık atmak geliyor içimden. İçin için eşi görülmemiş bir gümbürtünün yükseldiğini duyuyor, neden patlayıp bu dünyayı yıkmadığım, hiçliğime gömmediğini düşünüyorum.”[33] Cioran sadece yaşamın değersizliğini kutsayan, kötümserliğini hayata ve tüm sistemlere yöneltmiş biri değildir. Başka bir ifadeyle o, yaşamdan nefret ettiği kadar ölüme ve intihara aşık olan biri değildir. İşte bu yüzden bunu yapmamıştır.

 Cioran için intihar fikri, hayatın ve bunaltıların dayanılmaz bir anında bilinci hiçlikte sükûna erdirecek bir acil çıkış kapısı olması bakımından çok önemli bir yer tutmaktadır. “İntiharın mümkün olduğu tesellisi, soluksuz kaldığımız o mekanı sonsuz bir alana çevirir. Kendimizi yok etme fikri, buna ulaşma yollarının çokluğu, kolaylığı ve yakınlığı sevindirir ve ürkütür bizi; zira kendimiz hakkında geri dönüşsüz bir şekilde karar verdiğimiz o hareketten daha basit ve daha korkunç bir şey yoktur. Tek bir anda bütün anlan ortadan kaldırırız; bunu Tanrı bile yapamazdı. Fakat palavracı iblisler olduğumuzdan sonumuzu erteleriz: Özgürlük gösterişinden, kibrimizin oyunundan nasıl vazgeçebilirdik ki?”[34]  

“Dinlerin kendi elimizle ölmeyi yasaklamalarının nedeni, bunda, tapınakları ve tanrıları aşağılayan bir itaatsizlik örneği görmeleridir”[35] Cioran için intihar, aynı zamanda bütün sistemlere bir başkaldırı niteliğinde olan onurlu bir fikirdir. Nitekim tüm sistemler mensup sayılarını korumak, arttırmak ve kendi içinden sistemin işleyişini bozacak şekilde herhangi bir kayıp yaşamak istemezler. Çünkü bu tarz vakalar sisteme karşı duranların eline koz vermektedir.

Zamana Düşüş ve Zamandan Düşüş[36]

Cioran semavi dinlerin cennetten kovulma olayını hayatın trajikliği için bir başlangıç noktası sayar. İnsan cennette Tanrı ile ittisal halinde huzurlu bir şekilde yaşarken cennetten kovulma olayı onu Tanrı’dan müstakil bir varlığa dönüştürmüştür. Yasak meyvenin yenmesi, insanı bilinçliliğinin farkına vardırarak kaygıya sürüklemiştir. Böylece insan Tanrıdan ve sükûnet halinden koparak zamana düşmüştür. Zamana düşen insan kendi özünün ayrı gayrılığının bilincine varmıştır. Zamana düşmek aynı zamanda bile isteye kaygıya düşme durumudur. Bu kaygıyı yaratan sebep ise insanın doğallığını yitirmesidir. Öyle ki insanın doğal hali cennette huzurlu, kaygıdan uzak ve yaratıcısının ‘dizinin dibinde’ olduğu bir haldir. İnsan zamana düştükten sonra kendini ‘ezelî huzur’ dan kovduran işlere devam ederek, hırslarını büyütmüş ve her zaman daha fazla bilmek ve hükmetmek istemiştir. Böylece o, uygarlıkları inşa etmiştir. Ancak sürekli daha fazlasını isteyen insan, zamanla hırslarının büyümesinden dolayı daha da kaygılanmış ve zamana iyice bulanmıştır. Doğaya sınırsızca hükmetmek isteyen insanın temel gayesi, kendini garantiye almak ve yaşamını daha rahat sürdürebilmektir. Bu uğurda çalışan insan, zaten zamana düşmenin getirdiği kaygı yetmezmiş gibi, ölüme ve kötü yaşama karşı iyileştirici teknolojiler geliştirmekle daha büyük önlemler almış, böylece daha fazla kaygılanmıştır. Cioran’a göre insanlık tarihi böyle bir döngü halinde sürüp gitmektedir.

Ona göre uygar insan ile uygarlaşmamış insan arasında ‘zamana düşmek’ kavramıyla paralel bir fark bulunur. Uygarlaşmamış insan, huzurdan kovulduktan sonra kendi kaygısını daha fazla arttırmamıştır. Çünkü o, anı yaşamakta ve hayatın getirdikleriyle yetinmektedir. Korkuları olsa bile bilinçsizdir. Oysa uygar insan bitmez tükenmez kaygılarıyla mücadele etmek durumunda olan, ama bunu başaramayan ve asla başaramayacak olan bir varlıktır. Uygar insanın kaygılarının en büyüğü ise ölüm kaygısıdır. Cioran’a göre insan, cennetten kovulma olayıyla birlikte kendi ölümsüzlüğünü yitirip artık ölümlü bir varlık olduğunu anlamıştır. Nitekim ölüm bilinci, varlığın en büyük kaygı sebebidir. Bütün canlıların nihai amacı kendilerine verilen biricik yaşamlarını sürdürmektir. Bilinçsiz olan canlılar bunun peşinden herhangi bir düşünceyle değil, yaşama ve üreme içgüdüleriyle koşar. Oysa bilinçli olan insan ise bir yandan hayatını korumak ve sürdürmek için var gücüyle çabalarken, bir yandan da ölümden son derece korkar ve bu onu kaçınılmaz olarak sürekli bir kaygıya maruz bırakır. Cioran’a göre ölüm korkusu, zamana düşüş olayının bir sonucudur. Bu olayla, yani ilk günahla beraber insan sonsuz yaşamı kaybetmiştir. Yine de sonsuzluk isteği insanı hayata bağlayan bir umuttur. Bu umudun tek kaynağı ise hiç şüphesiz Tanrıdır.

Sadece Tanrı, ölümsüzlük umudunun yegane kaynağı olsa da Cioran için bunun da pek bir anlamı yoktur ve onda ölümsüzlük olumlanmaz. Ona göre ebedi yaşam arzusu sadece akılsallıktan yoksun bir istenç olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan için böyle bir kavram rasyonel olarak değil, sadece genlerine işlemiş bir ümit olarak anlamlıdır. Öyle ki insan eğer ölümsüzlüğün saf akılla muhakemesini yapabilirse bunun muhal olduğunu rahatça kavrayabilir. “Aralıksız bir uyku kavramını ürküntü duymadan kabul ederiz, buna karşın, ebedi bir uyanıklık (ölümsüzlük, eğer kavranabilseydi, tam böyle olacaktı) bizi dehşete düşürür. Bilinçsizlik bir vatandır, bilinç bir sürgün!”[37]

Tüm bunlara karşın Cioran, kurumsallaşan dinlerin, Tanrının itibarını son derece zedeleyen bir yapıda olduğu gerekçesiyle, kurumsal yapıya bürünmemiş bir Tanrı anlayışına bütün şüpheciliğine rağmen açıktır. Kendine bir nebze uygun olduğunu düşündüğü kurumsallaşmamış Tanrı, Budizm’in Tanrısıdır. Buna rağmen onun Tanrıyla olan hesaplaşmaları ve şüpheciliği hayatı boyunca hiçbir zaman bitmemiştir ve bu yüzden hiçbir dinin asla gerçek bir mümini olmamıştır. Cioran’a göre “Bütün gözden düşürme gayretlerine rağmen Tanrı’yla işimiz hiçbir zaman bitmeyecektir”. Çünkü ona göre insanın yaşayabilmesine imkan sağlayan şey insanın rasyonel aklı değil, metafiziksel hissiyatlarıdır. İnsanlar çağlar boyunca duygusal ihtiyaçlarının dayattığı Tanrıya ve onun ahiret vaatlerine sığınarak hayatta kalabilmiştir. “Umut içinde yaşamak, geleceğe ya da geleceğin hayaline güvenmek, buna öylesine alışmışız ki, sadece sonsuzluk boyunca bekleme ihtiyacından dolayı ölümsüzlük kanısına kapılırız.” [38]

Birey için bu şekilde büyük bir öneme sahip olan Tanrı ve din elbette tarih boyunca uygarlıkların da temel yapı taşları olmuştur. Cioran’a göre Tanrı ve din, insanın ürettiği yanılsamalar ve kurgulardır. Bu çerçevede uygarlıkların var olabilmesi için kendisinin kurduğu bu yanılsamalara ve kurgulara bağlı kalmaları, onları sorgulamamaları ve yıkmamaları gerekir. Eğer bu yapılır ve asırlardır üretilmiş tüm kurumsal yapıların insanın kurguları olduğu, ilahi bir temele dayanmadığı aşikâr olursa, işte o zaman, ilk günahla birlikte zamana düşen insan, bu kez de zamandan düşecektir.

Cioran için zamandan düşmek, insanın kendi eliyle ürettiği yapıların sahteliğinin ve yaşamın anlamsızlığının fark edilmesidir. “Bu sefer onun (insan) için ebediyetten değil, zamandan düşmek söz konusu olacaktır artık; zamandan düşmek ise tarihten düşmektir; askıya alınma halidir; atıllığa ve donukluğa, durgunluğun mutlağına gömülmektir…”[39]

İnsan zamana ebediyetini yitirerek, zamandan ise kendi faniliğini yitirerek düşmüştür. Böyle bir trajediyle zamandan düşmek, insanı kendi türünün ürettiği tüm sistemlerin ve kurumsallığının dışına itmektedir. Bu noktada zamandan düşen insanı daha büyük bir sorun, hayattaki bütün eylemlerinde kendini hareketsiz bırakan ve adeta bir yaşayan ölü haline getiren şüphe krizleri beklemektedir. Gelinen bu son durak, ilk günahın serüveninin nihai sonucudur. Bu duruma gelen bir insan için artık herhangi bir dini, Tanrıyı veya beşerî anlamı benimseyebilmenin ve ona inanabilmenin mümkünatı yoktur. Çünkü inanarak kendini adayabileceği, en azından duyumsal olarak ruhunu rahatlatabileceği bütün kavramlar, insan varoluşunun değişmez yazgıları olan iki gerçeğin, yani yıkıcı zaman ve yok edici hiçliğin karşısında eriyip gitmiştir. Cioran için zamandan düşen kuşkucular ikiye ayrılır. Hakiki kuşkucuların zamandan düşüşü geriye dönmemek üzere bâki kalırken, sahte kuşkucular kendi kişisel deneyimlerinde belli bir noktaya kadar ilerleyebilmekte, ancak zamandan düşmenin yıkıcı dayanaksızlığının verdiği korkuyla tekrar eski hallerine dönmektedirler. Hakiki kuşkucular, deneyimlerini hiçliğin mekansızlığına kurularak zeminsiz kalmış ve dünyevi arzularından tamamen kopmuş bir vaziyette kalarak yaşarlar. Onlar, tasavvufî bir terimle açıklamak gerekirse, ‘hiçliğin vecdini’ yaşarlar.  

“Hiçlik benim hep içimdeydi, onu başka yerde aramama gerek yoktu.” [40]



[1] Südar DUDU, “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi” (Erzurum, ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ, 2018), 32.

[2] E. M. Cioran ve Kenan Sarıalioğlu, Doğmuş olmanın sakıncası üzerine (İstanbul: Gendaş Kültür, 2001), 5.

[3] Ahmet Cevizci, ed., Felsefe ansiklopedisi. 3, Babil Güncel, 31 25 (Ankara: Babil, 2005), 235-36.

[4] Christian Delacampagne ve Devrim Çetinkasap, 20.yüzyıl felsefe tarihi, 4. baskı (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014), 278-79.

[5] Sadık Erol Er, “E. M. CIORAN’IN FELSEFESİ (Temel Kavramlar ve Sorunlar)” (ERZURUM, ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ, 2005), 69.

[6] E. M. Cioran, röportaj yapan Chiristian Bussy, 1973.

[7] E. M. Cioran, Burukluk, çev. Haldun Bayrı, İkinci Basım: Eylül 2013 (İstanbul: Metis Yayınları, 2013), 46.

[8] Kenan SARIALİOĞLU, Cioran/Tebessüm, Sırıtma ve Ötesi, Ayrıntı (Ankara: FOL, 2019); Er, “E. M. CIORAN’IN FELSEFESİ (Temel Kavramlar ve Sorunlar)”; Cevizci, Felsefe ansiklopedisi. 3; Sadık Erol Er, Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü (ÇİZGİ KİTABEVİ, 2018).

[9] “Emil Michel Cioran - Gözyaşları ve Azizler”, t.y., 98.

[10] Er, Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü, 25.

[11] Samet Zengi̇noğlu, “E. M. Cioran’da Ölüm ve İntihar”, The Journal of Academic Social Science Studies 2, sy Number: 75 (01 Ocak 2019): 3, https://doi.org/10.9761/JASSS8042.

[12] Mehmet Bal, “NIETZSCHE VE CIORAN: KRİZİN FELSEFESİ”, t.y., 123.

[13] Cioran, Burukluk, 24.

[14] Mehmet Bal, “Cioran’da İnsanın Trajedisi: Zamana Düşmek ve Zamandan Düşmek”, Beytulhikme An International Journal of Philosophy 13:4, sy 13:4 (2023): 63, https://doi.org/10.29228/beytulhikme.73905.

[15] SARIALİOĞLU, Cioran/Tebessüm, Sırıtma ve Ötesi, 23-25.

[16] Er, Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü, 28-29.

[17] DUDU, “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi”, 39.

[18] E. M. Cioran, "Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine" (İstanbul: Gendaş Kültür, 2001), 192.

[19] DUDU, “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi”, 53.

[20] DUDU, 60.

[21] Cevizci, Felsefe ansiklopedisi. 3, 238.

[22] “E. M. Cioran-Çürümenin Kitabı” , 116.

[23] Bal, “NIETZSCHE VE CIORAN: KRİZİN FELSEFESİ”, 114.

[24] “E. M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, t.y., 31.

[25] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 87.

[26] E M Cioran, Hiçliğe Açılan Pencere, 1. bs (Sel Yayıncılık, 2023), 101.

[27] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 23.

[28] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 24.

[29] “E. M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, 54.

[30] “E. M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, 90.

[31] Bal, “Cioran’da İnsanın Trajedisi”, 60.

[32] Zengi̇noğlu, “E. M. Cioran’da Ölüm ve İntihar”, 431-32.

[33] “E. M. Cioran - Umutsuzluğun Doruklarında”, t.y., 69.

[34] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 39.

[35] “E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, 40.

[36] Bal, “Cioran’da İnsanın Trajedisi”; “E. M. Cioran Zamana Düşüş Metis Yayınları”, t.y.

[37] Cioran ve Sarıalioğlu, Doğmuş olmanın sakıncası üzerine, 129.

[38] Cioran ve Sarıalioğlu, 113.

[39] “E. M. Cioran Zamana Düşüş Metis Yayınları”, 141.

[40] E. M. Cioran, Ezeli mağlup: söyleşiler, 2. bs (İstanbul: Metis Yayınları, 2012), 106.

 

Kaynakça

BAL, Mehmet. “Cioran’da İnsanın Trajedisi: Zamana Düşmek Ve Zamandan Düşmek”. Beytulhikme An International Journal Of Philosophy 13:4, Sy 13:4 (2023): 55-68. Https://Doi.Org/10.29228/Beytulhikme.73905.

 BAL, Mehmeti “Nietzsche Ve Cioran: Krizin Felsefesi”, t.y. Malatya, 2023

CEVİZCİ, Ahmet, Ed. Felsefe Ansiklopedisi. 3. Babil Güncel, 31 25. Ankara: Babil, 2005.

Cioran, E. M. Burukluk. Çeviren Haldun Bayrı. İkinci Basım: Eylül 2013. İstanbul: Metis Yayınları, 2013.

Ezeli Mağlup: Söyleşiler. 2. Bs. İstanbul: Metis Yayınları, 2012.

E.M. Cioran- Hiçliğe Açılan Pencere. 1. Bs. Sel Yayıncılık, 2023.

Cioran, E. M., Ve Kenan Sarıalioğlu. "Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine". İstanbul: Gendaş Kültür, 2001.

Delacampagne, Christian, Ve Devrim Çetinkasap. "20.Yüzyıl Felsefe Tarihi", 4. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.

DUDU, Südar. “Bireyin Topluma Yabancılaşmasına Bir Eleştiri: Cioran Nihilizmi”. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ, 2018.

E. M. Cioran, Röportaj Yapan Chiristian Bussy, 1973.

“E. M. Cioran - Çürümenin Kitabı”, Pdf, T.Y.

“E. M. Cioran - Umutsuzluğun Doruklarında”, Pdf, T.Y.

“E. M. Cioran Avare Düşünceler Sel Yayınları”, Pdf, T.Y.

“E. M. Cioran Zamana Düşüş Metis Yayınları”, Pdf, T.Y.

“Emil Michel Cioran - Gözyaşları Ve Azizler”, Pdf, T.Y.

ER, Sadık Erol. “E. M. CIORAN’IN FELSEFESİ (Temel Kavramlar Ve Sorunlar)”. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ, 2005.

ER, Sadık Erol, "Emil Michel Cioran Bir Alacakaranlık Düşünürü" ÇİZGİ KİTABEVİ, 2018.

SARIALİOĞLU, Kenan. Cioran/Tebessüm, Sırıtma Ve Ötesi. Ayrıntı. Ankara: FOL, 2019.

ZENGİNOĞLU, Samet. “E. M. Cioran’da Ölüm Ve İntihar”. The Journal Of Academic Social Science Studies 2, Sy Number: 75 (01 Ocak 2019): 427-34. Https://Doi.Org/10.9761/JASSS8042.

 

 

Ahmet Can KUŞOĞLU - 2024 ©


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Gerek