17.11.2021

Tasavvuf

 

                                               Tasavvuf

 

 

Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm.Elhamdulilahi rabbil âlemin vesselatu vesselâmu âlâ Rasulinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.

 

 

Tasavvuf konusunu açmak için öncelikle bu derin konunun içerisindeki bazı çok önemli terimleri açıklamamız gerekir. Yazımızın içerisinde sıkça kullanacağımız bazı kelimelerin anlamlarını ilgili yerlerde değil, yazımızın en başında vermeyi uygun gördük. Bu doğrultuda tasavvufla ilgili  en çok kullanılan kavramları açıklayacağız.

 


Tasavvuf : Sûfizm ya da Sûfîlik , İslam’ın mistik veya iç yüzü olarak tarif edilebilir. Tasavvuf şeriattan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Şeriatın en ileri halidir. Mutasavvıflar sufi olmaya çalışmışlar, tekkeler ve medreseler kurmuşlardır. Sufiyâne hayat yaşamaya çalışanlara derviş  denilir.

 

Seyr-i Sülûk: Manevi yolculuk demektir. İnsanın Allah tarafından verilen gizli kabiliyetlerini ortaya çıkarmasına yardım eden sistemin adıdır. Bu süreç sonucunda insan Hakkın halifesi olabilecek kemale erer. Bu ise bir şeyhin yardımı ile olur. Sülûk esnasında mürşit insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sufilerin sıkça kullandığı “Kendini bilen rabbini bilir” sözü bu manaya işaret eder.

 

Mürşit : Tasavvufta tabi olunan kâmil insan örneği. İslam Tasavvuf ekollerinin hemen hemen tamamında müritlerini (tabiilerini ya da intisap edenlerini) terbiye eden Kur'an-ı Kerim ve Sünneti Seniyyeye ait ölçüleri hayata geçirerek bu ölçüleri nefsinde bizzat yaşayan ve bağlılarını Dinin esasları, Dini hayat, Tevhit, Marifetullah, konusunda terbiye ederek onları fenafillaha (Allah'ta Fani olmaya) eriştirmek için önderlik eden öğretmen (Kelime anlamı: irşat eden.)

 

Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş,

Bir veliye bende olmak cümleden a’la imiş.              

 

                                                                                                               Yavuz Sultan Selim Han

 

Mürit: Tasavvuf yolunu tutmaya veya tarikata girmeye karar veren yahut bir şeyhe bağlı bulunan kişi anlamında tasavvuf terimidir.

 

 

Derviş: Bir tarikata ve şeyhe bağlı olan mürit , sûfiyâne bir hayat yaşayan kişi.

 

          

                  Hayıf benim bunca geçen ömrüme

                  Dervîşlik ne güzel sultânlık imiş

                  Hû dedikçe safâ verir cânıma

                  Dervîşlik ne güzel sultânlık imiş

 

 

 

 Rabıta: Müridin şeyhine gönlünü bağlaması ve onu düşünmesi anlamında bir tasavvuf terimidir.

 Vird: Allah’a yaklaşmak için belirli zamanda ve belli miktarda yapılan ibadet, dua ve zikri ifade eden tasavvuf terimidir.

 Tarikat: Tasavvufta Hakk’a ulaşmak için benimsenen usul, tutulan yolVeya , Allah’a ulaştıran yol demektir.

 Kutb: Kainatta tasarrufa sahip olduğuna ve Allah katında hatırının yüksek olduğuna inanılan kişileri ifade etmek için kullanılan bir tasavvuf terimidir. Velîler zümresinin başkanı ve insan-ı kâmil anlamındadır.

 Himmet: Velîlerde var olduğu kabul edilen olağan üstü irade gücü. Tasavvufta himmet genel olarak velînin teveccühü, tasarrufu ve olağan üstü işleri başarma gücü şeklindedir.

 Keramet: Velîlerden zuhur eden olağan üstü hal demektir. Sûfîler kerameti Allah Teâlâ’nın velî kuluna bir ikramı ve lütfu olarak kabul etmişler, Allah’ın kendisine itaat eden ve O’na yaklaşmaya çalışan velîlere bunu ihsan edeceğini söylemişlerdir.

 Keşf: Aklın ve duyuların yetersiz kaldığı ilâhiyat konularında doğrudan bilgi edinme yolu anlamında bir tasavvuf terimi.

 

 Sûfîler,  keşf terimini hem “perde arkasında ve aklın ötesinde olduğu için gāib olan bazı şeyleri bilme”, hem de “Allah’ın tecellilerini temaşa etme” anlamında kullanmışlardır .Mükâşefe ilmi kitaplara yazılmaz. Bu ilmi bilenler ancak kendi seviyesinde olanlarla bunu müzakere eder, başkalarına ifşa etmezler. Keşf ile öğrenilen gizli ilim budur . Gazzâlî, el-Münḳıẕ’da aklın yetersiz kaldığı metafizik bazı gerçeklerin keşf ile bilineceğini, bu yolla bir velînin meleği görebileceğini ve sesini işitebileceğini söyler.

 

Tay: Uzak mesafelerin bir anda aşılması veya uzun sürede yapılacak işlerin bir anda gerçekleşmesi anlamında tasavvuf terimi. Sûfîler, uzak mesafelerin ilâhî bir lütufla an içerisinde aşılmasını bir tür keramet saymışlar, bu durumu “tayyü’l-arz, teshîlü’l-mesâfe , tayyi zaman ve tayyi mekan” gibi ifadelerle anlatmışlardır.

 Kurb: Hakk’a yakın olma anlamında bir tasavvuf terimidir. Sûfîlere göre kurb ibadetlere ve taatlere yakın olmak, bu‘d da bunlardan uzak kalmaktır. Kulun Allah’a yakın olması ebedî mutluluğu kazanmasına vesile olan ibadetlere ve iyi davranışlara yakın olması, Allah’tan uzak olması ise ebedî mutsuzluğuna yol açacak kötü işlere yakın olmasıdır. İlk sûfîler daha çok kurb halinin nasıl kazanıldığı üzerinde durmuşlardır.

 Cem’: Sâlikin her şeyi Allah’tan bilerek halkı yok, hâlikı var görmesi hali anlamına gelen tasavvuf terimi.

 Fenâ: Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmekten fâni olup gerçek kul olma noktasına ulaşması anlamında bir tasavvuf terimi.

 Fenâfillah : Tefâni sırrı da denilen, "ölmeden önce ölmüş gibi olup" yokluk sırrına ermek, Allah'ın varlığında yok olmak, erimek anlamına gelir. Tasavvuf inancına göre, evrende Allah'ın varlığından başka gerçek varlık yoktur. Varlıklar onu gösteren birer aynadan ibarettir. Fenafillah bir vahdet-i vücud kavramıdır. Kul bu makamlarda kendinden ve sıfatlarından fani olarak Hakk'ın sıfatlarıyla beka bulur. Tasavvuftaki en son mertebe olan salah makamının kapısıdır.

 Hâl: İlâhî bir lütuf olarak sâlikin kalbine gelen his ve bunun ruh ve bedenine yansıması anlamında bir tasavvuf terimi.

 Zühd: Zühd sözlükte “Bir şeye rağbet etmemek , ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz çevirmek” manalarına gelir. Terim olarak ise zühd “Dünya malına , makama, şan-şöhret ve benzeri şeylere önem vermeme , azla yetinme, çokça ibadet etme” anlamlarına gelir. Zühd , tasavvufta olmazsa olmazdır. Zühd,  kişinin kendini uzlete çekmesidir. Dünyanın dünyalık ve fani işlerinden el etek çekip Allah ile olan muhabbetine yoğunlaşmasıdır. Zühd;  çoğu kişiye göre saçmalık, delilik hatta tembelliktir. Hakk yolunun yolcusu için para, mal , mülk, şöhret, makam ve mevkî gibi dünyalık unsurların hiçbir önemi yoktur. O kendini bütün bunlardan soyutlama çabası içerisindedir. Bu yüzden de kendini gündelik işlerinden soyutlar ve yaşamını idame ettirebilecek kadar rızka razı olup gece gündüz, her an ve her yerde varlığa geliş sebebini gerçekleştirir. Bu da Allah’a tam anlamıyla kulluktur. Zühdde ilerleyen kimse bunun lezzetini öyle bir alır ki, insan içine çıkası gelmez. Zühdün faydalarına gelecek olursak eğer ; en başta gelen faydası insanlarla münakaşaya, tartışmaya , diyaloğa girmeyip kafayı ve gönlü boş işlere , günah ve dedikodulara maruz bırakmamaktır. İnsan uzlet halinde iken gerçekten de kendine yoğunlaşır ve kendinin farkına varmaya başlar. Gündelik hayatında ne kadar boş şeylerle uğraştığının farkına varır ve aklı çevreden gelen etkenlerle değil , bizzat kendi fikirleriyle meşgul olmaya başlar. Bu da artık kişi hangi ilimler ile uğraşıyor ise o mevzularda ilerlemesini körükler, gazlar. İşte zühdün tadı buradadır, kişinin kendisiyle meşgul olmasındadır.

 

 

 Ger huzûr itmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol

Olmaya vahdet makâmı gûşe-i uzlet gibi.                    

                                                                 Kanunî

 

“Ey Muhibbî, eğer huzur içinde olmak istersen, ferâgat sâhibi ol (vazgeç) Dünyada yalnızlık köşesine çekilmek gibi Allaha yakınlaşma olamaz”

 

Zahid: Dünyadan el-etek çekerek Allah'a yönelen, kendini O'na ibadete veren kişi demektir.

 

 

Tasavvufun Gerekliliği

 

 

Tasavvufun gerekli olmasının sebebi Peygamberimizden sonra yolumuzu O’nun yolunun izinde aydınlatacak salih ve gerçek mürşid-i kâmillerin feyizlerinden yararlanmamızın gerekliliği ve zorunluluğudur. Gerçek şeyhler yani mürşid-i kâmiller, Peygamberimizin mirasçılarıdır. Mürşid-i kâmillere kalan bu mirasta cümle Ümmet-i Muhammed’in hak payı vardır. Bu payı ise alabilenler pek az olmuştur. Çünkü bu iş arz-talep işine benzer. Talep olmadan arz olmaz. Ben Peygamberimizin ümmetiyim ve O’nun Hak yolunda yürümek istiyorum demeyene, bununla ilgilenmeyen kimselere bu arz sunulmaz. Çünkü içerisinde Rızayı İlahîden ve Marifetullahtan sırlar barındırır. Bu sır herkese söylenmez. Bu dünya bir feyiz alma-verme kapısıdır. Rızayı İlahi’ye talip olan insan bunu aramakla mükelleftir. Lakin bunu her yerde arayamaz çünkü alelâde yerlerde bulmak mümkün değildir. Bu arayışın uğrunda ömrünü  harcayıp , bulamayanlar vardır. İlahi sırrı ve Peygamber yolunu olur olmaz yerlerde arayanların hali  tıpkı koca bir şehirde mücevher aramaya benzer. Şehirdeki dağlarda , taşlarda, köprü altlarında , su yakınlarında , tarlalarda dolaşarak mücevher arar. Hem de neye benzediğini, şeklini şemalini ve ahvalini bilmeden arar. Oysa mücevherin kuyumcuda mevcut olduğunun farkında değildir. Şehre girer girmez dosdoğru gitmesi gereken yer kuyumcudur. Onda her çeşit mücevherat vardır. Kuyumcu cebindeki paranın değerince eşya verir. Paran azsa demir, bakır, gümüş verir, çoksa altın verir, zenginsen yakut , kristal , elmas verir. Alışverişini tamamlayınca da malzemeni alır gidersin. İşte bu misaldeki her bir nesnenin bir karşılığı vardır. Mücevher arayan kişi hak yolunun talibidir. Mücevher Allah ve Peygamber ilmi, muhabbetidir. Şehrin içinde alakasız yerlerde bu kıymetli cevherleri aramak , kişinin kendi kendine erebileceğini düşünüp kitaplardan ve işin ehlinden olmayanlardan bilgiler almasına benzer. Yani beyhude bir uğraştır. Bu aradığı mücevheratın kuyumcuda olduğunu bilememesi de kişinin aptallığından değildir. Elbette kuyumcuda mücevherler olduğunu bilir lakin bu aradığı şeyi kendisinin çabasıyla da bulabileceğini düşünmesidir. Bu yüzden para verip , uğruna bedel ödeyip almak istemez. İşi bedavaya getirmek ister , bu yüzden kuyumcuyu ziyaret etmez. Gelelim kuyumcuya. Kuyumcu ise Hak yolunun yolcusu olan , tescilli icazetnamesi olan , toplum tarafından da kabul görmüş, ehli sünnet ve ehli ilim olan mürşid-i kâmildir. Diğer bir ifadeyle şeyhtir. Mürşid-i kamilde her türlü mücevherât ve kıymetli nesneler bulunur. O  bunları maddi zenginliğiyle alıp dükkanına koymamıştır. Bu ona mirastır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Peygamberimizin ve Hz. Ali efendimizin mirasıdır. Bu öyle bir mirastır ki mevcudiyeti cihanı kaplar da yine de tükenmez.  Çünkü bu Kelimetullah bilgisidir. Allah-ı azimüşşan’ın bizzat Peygamberlerine öğrettiği ve Onların vasıtasıyla bazı kullarına öğrettiği ilahi sırdır. Mürşid-i kamilde herkese uygun nesneler mevcuttur. Kişinin cebine göre, durumuna göre onda her cinsten ve her madenden takılar mevcuttur. Gelen kendi durumuna göre alır gider. Bu böyledir. Şimdi diyeceksiniz madem bu miras bitmez tükenmez, onda herkesi zengin edecek mücevherat vardır , o halde neden halka arz edip toplumun tümünü irşat etmiyor? Bu mürşid i kamiller bencil mi ki acaba? Söyleyeyim o halde azizim.  Bu iş kıymetli iştir. Kıymetli alışveriştir. Müşterisiz iş olmaz. Mürşid-i kamilin mirasın tümünü bir çırpıda dağıtması Allah’ın kanununa terstir. Böyle bir şey imtihanın kıymetini yok eder. Okulda sınav esnasında öğretmen bütün sınıfa cevapları dağıtsa ve bu sayede bütün öğrenciler geçer not  alsa bu sınavın bir kıymeti kalır mı? Peki herkesin tam puan almasının bir kıymeti kalır mı? Çok daha önemli olan şey şudur; Sınav için çalışıp çabalayan , öğretmeninin sözünden çıkmayan ve dersi dikkatli bir şekilde dinleyip , önemseyen öğrencilerin hakkı zâyî olmaz mı? Onlar zaten geçer not alacaklardı ama öğretmen bütün cevapları söyleyince çalışıp çabalamayan öğrencilerle birlikte bunlar da imtihanı geçmiş olacaktır. O halde bu iki grubun, yani çalışanların ve çalışmayanların aldığı geçer notların değerleri aynı mıdır? Bu durum öğretmenin adaletine ne kadar sığar? Öğretmenin, yani bir kulun bile adaletine sığmayacak bir şey yüce Allah’ın adaletine hiç sığmaz. Yüce Allah’ın şekillendirdiği nizamda böyle bir düzensizlik ve liyakatsizlik asla olamaz. Nitekim Yûnus Suresi 99. Ayet der ki: Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi. Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen tutup insanları zorlayacak mısın!. 

Ayet ortadadır. Görüldüğü üzere Yüce Allah bizlerin topluca iman etmemizi uygun bulmuyor, yalnızca iyiyi kötüden, ve doğruyu yanlıştan ayırabilen, has ve salih kullarının imanını önemsiyor. Yani tabiri caizse müşterisinin. Kuyumcu ve mürşid-i kamil benzetmesine geri dönecek olursak ; Kuyumcunun gelen müşteriye bedeli kadar mücevherat vermesi misalinin bir hikmeti vardır. Müşterinin cebindeki para miktarı örneği hak yolunu arayan müminin iç dünyasının temizliği ve de kapasitesine benzer. İnsanlar türlü türlüdür. Herkesin aklı , vicdanı ve seviyesi birbirinden farklıdır. Bu yadsınamaz bir gerçektir. Bu yolun yolculuğuna çıkan kişinin içindeki cevherin kalitesi ve kapasitesi ne kadarsa kuyumcu o kadarını verebilir. Allah yolunda seyr-i sülûk eden kişilerin Hakk sırlarına vakıf olmaya başladıkça bu cevherler farklı farklı şekillerde tezâhür eder. İçerisindeki yetenekler mürşid-i kâmil vasıtasıyla geliştirilir ve de kişi kendini gerçekleştirmek yolunda hayatta büyük kazanımlar elde eder. Mesela buna en somut örnek Yunus Emre Hazretleri’dir. Yunus Emre’nin kumaşı öyle kaliteliydi ki şeyhi Taptuk Emre Hazretleri O’nun kilidini açtı. Kumaşını nefs terbiyesiyle ve zikirlerle işledi ve O’nun kendini gerçekleştirmesini sağladı. O’nun nefsi bu şekilde kemâle erdi. Yunus Emre’de Hakkın tecellisi şiir yazmak ve söylemek ile oldu. O’nun saf , arı duru Türkçesiyle yazdığı şiirler bütün Türk coğrafyasında ve İslam aleminde dillere destan oldu.  Asırlar boyunca yeni nesillere aktarıldı.  Şiirleri bestelenerek ilahi ve kaside haline getirildi ve yüzyıllardır bütün dergahlarda , tarikatlarda,  zikir meclislerinde hep onun ilahileri söylendi.

 

 Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’alyakîn, 

Mürşidi olmayanların bildikleri gümân (şüpheli) imiş. 

 

 Burada Niyazi Mısrî ; hak yolunu gösterebilecek mürşid-i kamil bulmamız gerektiğini, yoksa bildiğimiz şeylerin şüpheli olacağını yani kalbimize yerleşmeyeceğini söylüyor. Aslında baktığımız zaman hayatta her dersin, her ilimin bir öğretmeni vardır. Dolayısıyla Hakkın da bir öğreticisi bir hocası olmak zorundadır. Yoksa hiçbirimiz hiçbir dersi kendi kendimize öğrenemeyiz. Bu mümkün değildir.

Ben bu yazımda gerek tasavvufu anlatarak gerekse kuyumcu ve mücevher arayan adamın misalini anlatırken bu işi iyi bildiğimi anlatmıyorum. Bir mürşid-i kâmil bulabilmiş değilim. Ben yalnızca gördüklerimi, analizlerimi ve de çıkarımlarımı yazıyorum. Bunu yazmamın sebebi de insanların çoğunluğunun tasavvufa olan soğuk yaklaşımlarıdır. Tasavvuf, şeyhlik ve müridlik kavramlarının eski çağlarda kaldığını ve artık bunların bu çağda mümkün olamayacağını söyleyenlerin düşüncelerini bir nebze olsun değiştirebilmek istiyorum.  Bu düşüncede olanlar tamamen haksız değildirler, zira günümüzdeki sahte şeyhlerin ve sapık tarikatların bolluğu ortadadır. Maddi çıkar elde etme gayesi olan sözde şeyhler ve bu şeyhlerin yapıp ettiklerini göz önüne aldığımızda insanların bu işten soğuması abes değildir. Oysa benim bu yazımda anlatmaya çalıştığım şey tasavvufun saf ,doğru ve masum noktasıdır.  

 

  Tasavvufu reddedenler 2 kısma ayrılır. Birincisi tasavvuf hakkında bilgi sahibi olmayıp, olur mu canım öyle şey diyenler. İkincisi ise tasavvuf hakkında biraz bilgiye sahip olup, tasavvufun antik yunandan çıktığını söyleyip, bu İslam’a uygun değil, İslam’ın getirdiği bir yol değildir, diyenlerdir. 

  

  Tasavvufu kötüleyip reddedenlerin savundukları bir diğer mesele de tasavvufta, kişi ile Allah’ın arasına şeyhin girdiği ve bu şeyhlerin kulu Allah’a yaklaştırmakta bir aracılık vazifesi gördüğü inancıdır. Dolayısıyla bu işin şirke girdiğini söylerler. Ama durum böyle değildir. Madem şeyhler derviş ile Allah’ın arasındaysa, o zaman zikir meclislerinde Allah’ı ve Rasulullah’ı zikretmelerinin yerine şeyhlerini zikretmeleri gerekmez miydi?  Şeyhlerinin müridlerine verdikleri zikirde kelime i şehadet, kelime i tevhid , ve Esmaül Hüsna’dan isimler vardır. Şeyh aracılık etse, o virdlerin içine kendi adını da kattırmaz mıydı? Nihayetinde aracının da bir payı olması gerekir öyle değil mi? 

  

  Tasavvufta aşkın çok önemli bir rolü vardır. Aşksız bu yola çıkılmaz , çıkanlar maksadına ulaşamaz. Aşk ; ‘ aşırı sevgi , sevginin son sınırı , muhabbetin doruk noktası’ gibi manalara gelmektedir. Aşkın tanımı yapmak çok zordur aşk ancak tadılır, tadan da aşkın ne olduğunu tam olarak anlatamaz. Ayrıca aşık sevdiği için övünemez , bu yanlıştır. Övünenlere de itibar edilmez. Aşkın maksadı Allah’a ulaşmaktır. Bu aşk dediğimiz şeyin en güzel örneklerini Peygamberler vermişlerdir. Tasavvufta aşk zaruri bir gerekliliktir. Bunun nedeni Allah’a ulaşma yolunun sıkıntılarına aşksız katlanılamayacağı gerçeğidir. Aşk ile zorlar kolay olur. Ancak aşk ile bütün maksatlar hasıl olabilir .  Tasavvuf yolu , seyr-i sülûk  çilelidir. Bu yolda her durakta her makamda farklı farklı sıkıntılar çıkar. Bunlara aşksız katlanabilmek mümkün değildir.

 

Kişinin hakka muhabbeti vücûdunu, aklını , gönlünü , hasılı her yerini kaplamalıdır ki sülûkunu tamamlayabilsin. Aşk maddeye esir olmadan Allah’ın birliğine ulaşmaktır. Mutasavvıflara göre aşk, alemin var olma sebebidir. Aşk; kişinin içinin Allah ile dolmasıdır. Gönlünün Allah aşkıyla yanmasından ibarettir. Koca Yûnus der ki : 

 

 Kişi âşık olmak gerek, maşukunu bulmak gerek. 

Aşk oduna yanmak gerek, ayrık oda yanmaz ola  

 

 Aşık olmak suç değildir, aşkı aşıklara sormak gerekir.. Dünyada aşık olmak, sevgiliye aşık olmak herkesin gözünde güzel ve imrenilen bir şeydir. O halde kulun kula aşık olması bile tasvip edilen bir şey ise kulun Allah’ına aşık olmasında ne gibi bir sakınca vardır? Sevgiliye aşık olan aşık, sevgilisinde hiçbir kusur görmez. Aşık maşukunun hatalarını bile göremeyecek bir duruma gelebiliyorsa , insanın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve mükemmel olan Rabbine aşık olması ve O’nun uğrunda dünyanın bütün işlerinden el etek çekmesi neden ayıplanır ki? Bu bilakis imrenilecek ve saygı duyulacak bir davranış iken bunu başaran sâliklere neden böyle bakılmaktadır?. İnsanların çoğu maalesef dine inanmayı bir alışveriş olarak görmektedirler. Dine inanıp Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek karşılığında yani bunun bedeli olarak Allah’tan mükafat beklerler. Bu ; ben senin için hayatım boyunca on binlerce rekat namaz kıldım , sen de bana bunun karşılığında on binlerce kilometre kare cennet bahçeleri ver demektir. Ben senin için günlerce oruç tuttum sen de bana bu ölçüde cennet yiyecekleri ve içecekleri ver demektir. Senin için binlerce lira zekat , sadaka verdim sen de bunun için bana cennette kıymetli mallar, uçsuz bucaksız saraylar ver demektir. İşte bu molla zihniyetidir. Tabi ki bunlar yanlış veya günah olan şeyler değildir, Allah vaat ettiklerini şüphesiz gerçekleştirecektir lakin tasavvufun dini yaşantıya bakış açısı böyle değildir. İşte ben tam olarak bunu anlatmak istiyorum. Bu yazının gayesi de maksadı da budur. Tasavvuf ; ibadeti ve zikri herhangi bir menfaat uğruna değil , Allah’la muhabbetten ve O’na hürmeten yapmayı öğütlemektedir.  Her zaman ve her yerde Allah’ı düşünmeyi ve dilinden Allah’ı zikrini düşürmemeyi öğretmeye çalışır. Allah ile hemhal olmak düsturunu öğretmektedir. Tasavvuf ehli işte bu yüzden dünyadan kendini soyutlayan ve hiçbir iş yapmayan tembeller gürûhu değil , her an Allah’a şükür ile hamd ile kalplerini bağlamış salih kullar ve Allah dostluğuna talip kimselerdir. O kimseler ki Allah’a yalnızca muhabbetten dolayı ibadet ederler. Sevap beklentileri yoktur.

 

Allah’ı sevmiş ve O’nun muhabbetiyle dolmuş Rabiatü’l Adeviyye der ki: “Yâ İlahi cehennemden korktuğumdan ya da cennetine tamah ettiğimden sana ibadet etmedim. Sadece yüze zâtına olan saygımdan ve sevgimden sana ibadet ediyorum”.  

 

Ayrıca  Koca Yûnus  der ki:  

 

Sofilere sohbet gerek, Ahilere Ahret gerek 
Mecnunlara Leyli gerek, bana seni gerek seni 
 

Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri 
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni 

 

Kalbi Allah sevgisiyle doldurabilmek için pisliklerden ve diğer dünyalık sevgilerden temizlemek gerekir. Mâsivâ ; lüzumsuz olan ve Allah’tan başka her şey manasına gelir. Kalbi mâsivâdan arındırmak gerekir. İçine şerbet koymak istediğin bardağın içinde su varsa ilk önce onu boşaltmak gerekir. Bunun gibi kalbi de tamamıyla Allah, Peygamber  sevgisiyle kuşatmak için diğer her şeyden arındırmak gerekir.  

 

 İslam , teslim demektir. Allah’a teslim olmak demektir. İslam kelimesinin manası budur. İslam diğer bütün batıl inançlardan , hurafelerden , putperestlikten ve dahi Allah’a ortak koşmalardan , dünyalık arzu ve heveslerin tümünden arınıp Allah’a teslim olmaktır. İşte tasavvuf da bunu hedefler. Tasavvufun özü bu teslimiyettir. Teslim olmak isteyenlere nasıl teslim olunacağı hususunda yol göstermektir. Bundan başka bir gayesi yoktur. 

 

Muzaffer Ozak (k.s) Hazretleri buyurdular ki : 

 “Aşk, taraf-ı ilâhiyyeden insanlara verilen bir devlettir. Bidâyeti Hakk'la başlar, nihâyeti Hakk'la biter yani nihâyeti vuslattır.  Aşk hangi kaba konulursa onun şeklini alan suya benzer. Nasıl ki su konulduğu kabın rengini alırsa aşk da teveccüh ettiği kişinin hâline göre renk alır. 

Cenâb-ı Hakk kâinâtı aşk ile yaratmıştır, aşk için yaratmıştır ve sevgililerini insanlardan seçmiştir. Allah ile kul arasındaki muhabbetin bidâyeti Allah'tandır. Allah bir kulu sevecekse onun kalbine kendi aşkını atar. Sonra kul Allah'ı sever. Muhabbet karşılıklı hâle gelir. Allah ile kul arasındaki bu muhabbet, lisân ile tarif olunamaz. Allah sevdiğini semâvâtdaki meleklerine şöyle ilan eder "Ben filan kimseyi sevdim siz de onu seviniz". Aşkın ta'rîfi gâyet güçtür ancak başına gelen bilebilir, başına gelmeyen bilmez. Zîrâ kör için renk sağır için âhenk olmaz. Meselâ deve âşık olduğu vakit, taşıdığı yükün on mislini taşır, yürüdüğü yolun on mislini yürür. Gerçek bir âşık aşk ile çöle düşse, aşkın ateşi çölün harâretini yakar. Yalancı bir âşık çöle düşerse, çölün harâreti onu yakar. Âşığı cehenneme atsalar, aşkın ateşi cehennemim ateşini söndürür. Âşıkı cennete koysalar, aşkın ateşi cennetin güllerini soldurur. Bu yola aşksız giren kimseye İslâm şerî'atı gâyet ağır gelir. Bunun da sebebi şudur. Hastaya bal tattırırlarsa bal hastaya acı gelir. Balın acı gelmesi, balın acı olmasından değildir, hastanın mizâcının bozuk olmasındandır. Eğer insan, ârif ve kâmil bir mürşide intisâb ederse, mürşit ona aşkın tadını tattırır. O zaman o kişi soğuğun şiddetini de ateşin harâretini de duymaz.” 

 

Hatırımıza gelmişken şu sözü de söylemezsek olmaz:  

 

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl  

Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl. 

 

Bu arada tasavvuf gibi zor bir konuyu anlatmaya çalışırken hiç te rahat rahat yazdığımız söylenemez. Zorlandığımı belirtmek isterim. Bu yoğun, derin ve bir o kadar da çok yönlü konuyu anlatmaya çalışırken oldukça titiz davranmaya çalışıyorum.  Şimdiye  kadar okuyup takdir ettiğiniz üzere konunun içerisinde çok fazla fasıl var ve bunlar hakkında yeterince doğru bilgiler vermek gereli olduğundan ötürü titizlikle hareket etmek gerekti. Bu yazımız ; önceki çalışmalarımız gibi pek fazla göze hitap etmemekte ve akıcılığı öncekilere nazaran düşük seviyededir. Ben elimden geldiği kadar hem bilgi yönünü hem de akıcılık yönünü eşit tutmaya gayret ettim lakin takdir sizlerindir.  

 

 

 ‘Varlık Yoktur’ isimli çalışmamızda da bahsettiğimiz gibi Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur. Allah’ın zâtının dışında hiçbir varlık mutlak mânada var değildir ve meydana gelişlerinin sebebi ve kökeni bi zâtihi Allah’tır. Bütün mevcûdât O’nun yansımasıdır ve O’ndandır. Vahdet , birlik ve tevhîd budur. Cümle hakikâtın ilmi ve bilgisi ‘Lâ İlâhe İllallah’ ta saklıdır.  Varlığımız O’nun yansımasıdır. Ruhlarımız Allah’tan ise, öyleyse bütün insanların ruhları birdir. Sen ben yoktur. Eğer aynı nefesi taşıyorsak  ayrılık gayrılık ta yoktur. Sen birine kötülük yaparsan aslında kendine yapmış olmaktasın ve her kime ne yaparsan aslında yine kendine yapmaktasın.

İslam teslim olmaktır. Bedeni ve ruhu İslamiyet’e , Peygamberimize ve Yüce Rabbimize teslim etmek demektir. Bu teslimiyeti de insan ancak sevgiyle ve  muhabbetle yapabilir. Çünkü İslamiyet’i kabul etmek zihinle, bağlılık ve teslimiyet ise gönül ile olur. İşte bu yüzden Kelamcıların söyledikleri yanlıştır. Kelamcılar İslam’ın hakikiliğini akılla ve cedel (ağız dalaşı ve susturma) yöntemiyle kanıtlamaya çalışmaktadır. Gayrimüslimleri, dinden çıkanları ve dini fazlaca sorgulayanları  laf kalabalığıyla ,  kelime oyunlarıyla  susturmak sûretiyle İslam’a döndürmeyi amaçlamaktadır. Lakin İslam ; akla değil kalbe yerleşmelidir. Yoksa iman hakiki iman olmaz. Susturma yöntemiyle İslam’ı kabul eden birinin din aklına yerleşmiştir. Kendi sorduğu soruların miktarı nispetinde yerleşmiştir. Bu yüzden kişi sorduğu sorular ve aldığı cevaplar kadar Müslüman’dır. İslam onun aklına susturulduğu kadar girmiştir. Tam ve sahih bir inanç için imanın kişinin aklına değil kalbine girmesi lazımdır. Bunun yöntemi ise Kur’an’ı Kerim’in bize tavsiye ettiği üzere vaaz ve nasihat yoludur. İslam’ın ortaya çıkıp genişlemeye başladığı zaman , yeni yerler fethedilip yerli halk İslam’a davet edildiğinde Kelam mı kullanılıyordu? İslam , insanların karşısına geçip , aklî deliller sunarak mı tebliğ ediliyordu? Tabii ki de hayır. Onlara Allah , Hz. Muhammed ve Kur’an tanıtılıp dinimizin buyurduğu emir ve yasaklar öğretiliyordu. Olmazsa olmaz iman esasları tebliğ edilip İslamî yaşayış anlatılıyordu. İman eden ediyor, etmeyen ise gayri müslim tebaa olarak cizyesini vermek suretiyle yaşamına devam ediyordu.

 

 

   Kelam ile çok uğraşmak imana zarar verir. Müminin aklını karıştırır ve sağlam olan inancında şüphe delikleri açar. Hz. Muhammed’in getirdiği dinin bütün şartlarını kabul etmiş olan kimsenin bu şartları derinlemesine irdelemesi , onun istikbalde iman ettiği esasları sorgulamasına ve acaba demesine yani şüpheye düşmesine yol açar. O zaman da kişi bu sorgulamalarını dindirebilmek için kendince çıkarımlar yapmaya başlar. İşte bid’at budur. İman ettiğin hususlar hakkında iyice düşünüp çıkarımlar yapmak kişinin imanını zedeler, bozar. Buna şöyle bir misal verebiliriz. Yeni bir otomobil alan kimse , otomobili hiçbir arıza vermezken , mükemmel bir şekilde çalışırken sırf meraktan ve tamir etme isteğinden çalışan aksamı tamir etmeye çalışırsa muhakkak aracın bazı yerlerinin işleyişini bozacaktır.  O araç eskisi gibi çalışmayacaktır ve verimden düşecektir. İşte , bir şey çalışıyorsa tamir edilmemesi gerektiği gibi kişinin imanı varsa bunu çok fazla sorgulamaması gerekir. Mantıksal olarak zaten insan kabul ettiği ve inandığı bir şeyi nasıl sorgulayabilir ki? Sorgulama işlemi o esasları kabul etmeden önce olması gereken bir şeydir. Eşya almak isteyen kişi , satıldığı dükkanda eşyanın  sağına soluna bakar. Gerekli bilgileri , fiyat , ergonomi , renk , doku, şıklık vb. özellikleri satın almadan önce öğrenir. Satın aldıktan sonra eve götürüp kullanır , tekrar ötesine berisine bakmaz. Bakmaması gerekir. Bakıyorsa iki ihtimal vardır. Ya almadan önce dikkatli incelememiştir, ya da aldıktan sonra ondan tatmin olmamıştır. Kelamcılara , Kelam ilminin olmazsa olmaz ve İslam’ın en önemli ilim olduğunu savunanlara sorum şudur; Siz imanı şimdiye  kadar mı yeterince sorgulayıp öğrenmediniz, yoksa halihazırda  ettiğiniz İmandan tatmin mi olmadınız? Öyle ya, bu kadar sorgulamanın ve derine inmenin bir nedeni olmalıdır. Eğer cevabınız birincisi ise sizler bu yaşa kadar ömrünüzü boşa geçirip İslam’ı yeterince öğrenemediniz. Eğer ikincisi ise sizler Yüce Allah’ın gönderdiği ve O’nun katındaki tek hak dini ,  kıyamete kadar ben koruyacağım dediği , Fahr-i âlem olan Hz.Muhammed (s.a.v) efendimizin getirdiği dini beğenemediniz. Eğer birinci cevabı verirseniz siz yeterince bilmediğiniz ve öğrenmekle pek ilgilenmediğiniz bir dini sorgulayıp yeni yeni çıkarımlar yapıyorsunuz  demektir. Eğer ki ikinci cevabı verirseniz siz ; beğenemediğiniz İslam dinini beğenebileceğiniz hâle getirme çabası içerisindesiniz. Sorduğumuz soruda , birinci cevabı verenlerin suçu cahilliktir. İkinci cevabı verenlerin suçunu ise allame-i cihan ve her şeyi bilen , asla ama asla yanılmayan , cennetin baş köşelerindeki Kelamcılar bilir…

 

 İmanın akla değil gönle girmesi lazımdır. Hakiki iman gönle giren imandır. Evrenin yaradılış sebebi muhabbettir. Dinimiz muhabbet üzere kurulmuştur, cedelleşmek üzerine değil. Mayamız sevgi ile yoğrulmuştur bizim ,  şüphe ile değil. İmanın içine şüphe deliği açılırsa içindeki iman o delikten akmaya başlar. İnsan bunu bir süre fark edemese de zamanla maneviyatında gerileme ve eksilme hâsıl olur. O yüzden mümin; imanındaki bu şüphe deliklerini Allah ve Peygamber muhabbetiyle, zikir ve ibadet sevgisiyle kapatmalıdır. İnsanın kurtuluşa ermesi için kelam ve felsefe gerekmez. İnsanın kurtuluşu için Allah, Peygamber sevgisi , muhabbeti gerekir. Hakiki muhabbet, günahlardan , delillerden , aklın ispatlarından daha ağır basar. Muhabbet hepsinden  ve her şeyden daha kıymetlidir.

 

Derviş Yûnus der ki :

 

Bu dervişlik beratın,
Okımadı müftüler.
Kim ne biliser bunu,
Bir acaib varakdır.

 

Varak, defter, yaprak demek... "Bu ilmi kadılar, müftüler okumadı. Bu bir acayip ilimdir, acayip yapraktır. Bunu bilmezler." diyor.  

 

                         Tasavvufun Dört Kapısı

 

 

 Tasavvufta dört adet kapı vardır. Her birinin onar tane olmak üzere toplam kırk tane küçük küçük kapısı vardır.

 

 

Şeriat Kapısı: Bu kapının özelliği , İslam esaslarına uymaktır. Ayetlere , hadislere , büyük alimlerin üzerinde ittifak ettikleri hususlara , kurallara uyulur. Bunlar tasavvufçulara göre ‘zahiri’ bilgilerdir.

 

Tarikat Kapısı: Bu kapıda hak yoluna girmek isteyen kişi , kendine bir mürşid-i kamil bulur , ona tüm kalbiyle , benliğiyle bağlanır ve O’nun emirleriyle hareket eder. Mürşid-i kamil , yani şeyh ; müridinin üzerinde hem mâlen , hem de mânen , yani maddi manevi tasarruf  hakkına sahiptir. Kişi , mürşidine uzun yıllar hizmet eder, onun sözünden çıkmaz ve zamanla ham olan nefsini pişirir.

 

Marifet Kapısı: Tarikat kapısında demir gibi dövüle dövüle tavlanan mürit, Marifet kapısında gerçeğin farkına varır. Ona sırlar gösterilir. Buranın lezzeti paha biçilemezdir.

 

Hakikat Kapısı: Burada kişi fenafillah’a ermiştir. Yani bütün benliğinden sıyrılıp Hakk ile bir olma durumuna gelmiştir. Yokluk sırrına ermiştir

 

 

Mutasavvıfların görüşlerini Taşlıcalı Yahya Bey  şöyle özetlemiştir ;

 

Katrece vermediler kendi vücûduna vücûd

Sofiler tâlib-I deryâ-yi fenâyam dediler

 

 

“ Mutasavvıflar kendi varlıklarının değerini bir damla kadar görmediler

                          Yokluk denizine varmak istiyoruz dediler”

 

 

 Tasavvufçulara göre seyr-i sülûktaki bir kul, bir halde bir makamda durmaz, halden hale girer. Kimi zaman gönül gözü açık olur, ona sırlar görünür, mestlik halinde olur. Kimi zaman ise kalbine korku, kötümserlik gelir. Kendinden , amellerinden korkar. Sonra yine cesaretlenir, coşku yaşar. Bunun adı tasavvufta ‘Telvin’dir. Bunun bir üst makamı da ‘Temkin’dir.

 

Hak yoluna girmiş kişinin hallerini,  yukarıda bahsettiğimiz duygu ve düşünce değişimlerini ve bu noktalarda neler  yapılması gerektiğini Gavs-ı Âzâm Seyyid Abdülkâdir Geylânî Hazretleri , “Tasavvuf Yolu Başı ve Sonu” isimli şahane eserinde anlatmıştır.

 

Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri, bir mülâkât esnâsında "Tasavvuf nedir?", "Derviş kime denir?" ve "Şeyhin vazîfesi nedir?" sorularına cevâben şöyle buyurdular : 


Tasavvuf, insanın insanlığını bilmesi ve kendini bulmasıdır ve kalbini sâfa yani temizliğe getirmesidir. Dervîşlik de bu yola sülûk etmek yani bu yola girmek ve bu yolda çalışmaktır. Dervişin iki ma'nâsı vardır. Birisi Allah fukarâsı, diğeri de kapı eşiği yani mütevâzi kişi demektir. İnsanın hâmil olduğu ilâhi bir kudret vardır. Tasavvuf, insanın kendisindeki bu ilâhî kudreti anlaması ve Allah'a mensûb olduğunu bilmesidir. Tasavvufun daha bir çok tarifleri vardır. Şeyh, hasta üzerine doktor gibidir. Nasıl ki doktor hastalarını tedâvî eder, onları sıhhate kavuşturursa, şeyh de bilgili bir doktor gibi, bu ilâhî yolu arayanları taht-ı terbiyesine yani tedâvîsi altına alarak onları tedâvî eder ve onlara bu ma'nevîyyâtı öğretir ve tattırır.

 

Nefsin Mertebeleri

 

1- Nefs-i Emmare: 

 

Kötü ve günah olan işlerin yapılmasını emreden hayvanî nefis olup, insanı çirkin şeylere, dünyevî zevklere sevk eden nefstir. Sâlik bu safhada tamamıyla hayvanî ve şehvânî arzularının etkisi altındadır. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri istemektir. Bunun tedavisi, samimi tövbe ve terbiyedir. Kuran-ı Kerimde “Hiç şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) ayeti bu sıfattaki nefsi tanıtmaktadır.


2- Nefs-i Levvame: 

 

Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis demektir. Emmareliği tamamıyla zail olmamakla beraber, ara sıra pişmanlık duyan, sahibini yasaklara yöneltmekten ayıplayan, bazen de hayırlı ameller ilham ederek güzellikleri fısıldayan nefis demektir. Bu safhada sâlikin ruhunda kötülüklerden iyiliklere dönüş arzusu doğar ve önceki kötü fiillerinden dolayı kendi kendini kınamaya başlar. Kuran-ı Kerimde: “Kendini kınayan nefse yemin ederim ki” (Kıyame, 75/1-2) ayeti bu sıfattaki nefse işarettir.




3- Nefs-i Mülhime: 

 

İlham, feyiz ve keşfe mazhar olan, neyin iyi, neyin kötü ve günah olduğunu ilhamî bir sezgi ile bilen ve davranışlarını ona göre ayarlayan, şehvet ve şeytanî hislere karşı direnebilen, ruh-i sultanî’nin sesini duyan ve dinleyen insan iradesi yerine kullanılır. Nefs-i Levvâme mertebesinde dünyaya ait zevklerden vazgeçen sâlik, bu mertebede uhrevî mükâfatlardan da vazgeçer ve sadece Allah sevgisi ile meşgul olur. Kur’ân-ı Kerim’de: “Nefse ve onu düzenleyene and olsun ki, nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirleten ise ziyana uğramıştır” (Şems, 91/7-10) ayetinde bu nefse işaret edilmektedir.


4- Nefs-i Mutmainne: 

 

Kalp nuru ile aydınlanması tamamlanmış, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup, ahlak-ı hasene ile hem-hal olmuş nefse denilir. Mutmaine nefsinin en önemli özelliği, davranışlarından dolayı Rabbinin huzurunda kesinlikle hesap vereceğine inanmasıdır. Bu yüzden yaptığı amellerin ilahî rızaya uygun olup olmadığına azamî hassasiyet gösterir. Bu mertebede sâlikin, kalbinde ilahî aşk yerleşmiş, dünya ve dünyaya ait her şeyi kalbinden çıkarmış, her şeyde Hakk’ın fillerinin tecellilerini müşahede eder hale gelmiştir. Bu yüzden kalbi itminan içerisinde ve huzur doludur. Bu mertebede artık bütün eşyada Hakk’ın tecellilerini müşahede etmeye başlar ve bir takım keşif ve kerametlere nail olur. Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey mutmain olmuş, Allah ile huzur ve sükuna ulaşmış nefis” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, Allah aşkı ve zikri ile mutmain olmuş nefistir.


5- Nefs-i Râziyye: 

 

Gerek kendisi, gerekse de başkaları için tecelli eden, hakkındaki ilahî hükümlere tamamen rıza gösteren, keşke şu şöyle olsaydı, bu da böyle olsaydı diye itiraza kalkışmayan nefis demektir. Bu makamda sâlikte beşerî sıfatlar yok olup, sâlik, “beka” ya istidat kazanmaya başlar. Allah’tan gelen her şeye tam bir rıza gösterdiğinden bu mertebeye Râziyye denmiştir. Kısaca Allah'tan gelen her şeye "Lütfun da hoş kahrın da hoş" diyebilmektir. Kur’ân-ı Kerim’de: “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir Sâlih kullarımın arasına; gir cennetime” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, bu nefistir.


6- Nefs-i Marzıyye: 

 

Allah ile kul arasında karşılıklı rızanın bulunduğu, Allah’ın razı, kulun da razı olunmuş olduğu bir durumdur. Allah’ın kendisinden razı olduğu nefis bu mertebede tecelli-i ef’âlden kurtulup, tecelli-i esmâ’yı, Hakk’tan bir cezbe ile ayne’l-yakîn müşahede eden nefsin tavrı demektir. Bu mertebede sâlik, Allah’tan razı olduğu gibi, artık Allah da ondan razıdır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir Salih kullarımın arasına; gir cennetime” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, bu nefistir




7- Nefs-i Kâmile: 

 

Bu mertebede sâlik,  Hakk’tan bir cezbe ile bütün kemâl ve marifet sıfatlarını kazanarak, insanları irşat mevkiine yükselir. Bu makam Hakk vergisi olup, buraya riyâzet ve mücâhede ile gelinmez. Bu menzilde mücadele ve mücâhede biter. Bu mertebede artık sâlik en yüce makama ulaşmış, “kâmil” sıfatını kazanmış, bütün güzel sıfatları kendinde toplamış ve adeta cisimleşmiş bir melek haline gelmiştir. Bu makamdaki kişinin hareketleri ve davranışları hasenat ve ibadetten ibarettir. Sözleri hikmettir. Bu makamdaki kişi bütün bu özellikleriyle “mürşid-i kâmil” sıfatıyla insanları irşad etme yetkisini eline almıştır.

 

                                                                                                                               lutfullahakman.com 

 

Gavs-ı Azam Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri der ki :

Tasavvuf sekiz haslet üzerine kurulmuştur:    İbrahim aleyhisselâmın cömertliği

İshak aleyhisselâmın rızası

Eyyüb aleyhisselâmın sabrı

Zekeriyya aleyhisselâmın işareti

Yahya aleyhisselâmın gurbeti

Musa aleyhisselâmın yün elbisesi

İsa aleyhisselâmın seyahati

Ve Hazreti Muhammed aleyhisselâmın fakirliği üzerine kurulmuştur.

 



Son olarak bu sekiz hasleti de belirttikten sonra tasavvufu, tasavvufun ne olduğu , neden gerekli olduğu ve de içerisindeki bazı ögeleri anlattığımız yazımızı bitirmiş olduk. Tasavvuf bu yazdıklarımızdan , belirttiklerimizden çok daha fazlasıdır. Bizim zikrettiklerimiz tasavvufun sadece girişi mahiyetindedir ve anlattıklarımız tasavvuf deryasında bir damla hükmündedir. Yazımızı daha fazla uzatmamak adına perde meselesi, zikir çeşitleri, tarikat adabı, şeyh-mürit ilişkisi, tasavvuf ekolleri ve günümüzdeki tarikatlar gibi konulardan ferâgat ettik. Ömür vefa ederse o konulara değiniriz. Gerçi bütün fasılları uzun uzadıya işlesek bile tasavvuf için yine de eksik kalacaktır. Bu yazımızda bol bol alıntılar ve şiirler kullandık. Kendi yazdığım hususlarda eksiklik ve yanlışlıklar varsa Rabbim beni affetsin. Hakka ve sünnete muhalif hususlar varsa da Yüce Allah beni  bağışlayıp ıslah eylesin.

                                                  

                                               Ahmet Can Kuşoğlu

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Gerek