Tasavvuf
Eûzu
billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm.Elhamdulilahi
rabbil âlemin vesselatu vesselâmu âlâ Rasulinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve
sahbihi ecmain.
Tasavvuf konusunu açmak için öncelikle
bu derin konunun içerisindeki bazı çok önemli terimleri açıklamamız gerekir.
Yazımızın içerisinde sıkça kullanacağımız bazı kelimelerin anlamlarını ilgili
yerlerde değil, yazımızın en başında vermeyi uygun gördük. Bu doğrultuda
tasavvufla ilgili en çok kullanılan kavramları açıklayacağız.
Tasavvuf : Sûfizm ya da Sûfîlik ,
İslam’ın mistik veya iç yüzü olarak tarif edilebilir. Tasavvuf şeriattan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Şeriatın en ileri
halidir. Mutasavvıflar sufi olmaya
çalışmışlar, tekkeler
ve medreseler kurmuşlardır. Sufiyâne hayat yaşamaya
çalışanlara derviş denilir.
Seyr-i Sülûk: Manevi
yolculuk demektir. İnsanın Allah tarafından verilen gizli kabiliyetlerini
ortaya çıkarmasına yardım eden sistemin adıdır. Bu süreç sonucunda insan Hakkın
halifesi olabilecek kemale erer. Bu ise bir şeyhin yardımı ile olur. Sülûk
esnasında mürşit insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sufilerin sıkça
kullandığı “Kendini bilen rabbini bilir” sözü bu manaya işaret eder.
Mürşit : Tasavvufta tabi olunan kâmil insan örneği. İslam Tasavvuf ekollerinin hemen hemen tamamında müritlerini
(tabiilerini ya da intisap edenlerini) terbiye eden Kur'an-ı Kerim ve Sünneti
Seniyyeye ait ölçüleri hayata geçirerek bu ölçüleri nefsinde bizzat yaşayan ve
bağlılarını Dinin esasları, Dini hayat, Tevhit, Marifetullah, konusunda terbiye
ederek onları fenafillaha (Allah'ta Fani olmaya) eriştirmek için önderlik eden
öğretmen (Kelime anlamı: irşat eden.)
Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümleden a’la
imiş.
Yavuz
Sultan Selim Han
Mürit: Tasavvuf yolunu tutmaya veya tarikata girmeye karar
veren yahut bir şeyhe bağlı bulunan kişi anlamında tasavvuf terimidir.
Derviş: Bir tarikata ve şeyhe bağlı olan mürit , sûfiyâne bir
hayat yaşayan kişi.
Hayıf
benim bunca geçen ömrüme
Dervîşlik
ne güzel sultânlık imiş
Hû
dedikçe safâ verir cânıma
Dervîşlik
ne güzel sultânlık imiş
Rabıta: Müridin şeyhine gönlünü bağlaması ve onu düşünmesi
anlamında bir tasavvuf terimidir.
Vird: Allah’a yaklaşmak için belirli zamanda ve belli miktarda
yapılan ibadet, dua ve zikri ifade eden tasavvuf terimidir.
Tarikat: Tasavvufta Hakk’a ulaşmak için benimsenen usul,
tutulan yol. Veya , Allah’a ulaştıran yol demektir.
Kutb: Kainatta tasarrufa sahip olduğuna ve Allah katında
hatırının yüksek olduğuna inanılan kişileri ifade etmek için kullanılan
bir tasavvuf terimidir. Velîler
zümresinin başkanı ve insan-ı kâmil anlamındadır.
Himmet: Velîlerde var olduğu kabul edilen olağan üstü irade
gücü. Tasavvufta himmet genel olarak velînin teveccühü, tasarrufu ve olağan
üstü işleri başarma gücü şeklindedir.
Keramet: Velîlerden zuhur eden olağan üstü hal demektir. Sûfîler kerameti Allah Teâlâ’nın velî kuluna bir
ikramı ve lütfu olarak kabul etmişler, Allah’ın kendisine itaat eden ve O’na
yaklaşmaya çalışan velîlere bunu ihsan edeceğini söylemişlerdir.
Keşf: Aklın ve duyuların yetersiz kaldığı ilâhiyat
konularında doğrudan bilgi edinme yolu anlamında bir tasavvuf terimi.
Sûfîler, keşf terimini
hem “perde arkasında ve aklın ötesinde olduğu için gāib olan bazı şeyleri
bilme”, hem de “Allah’ın tecellilerini temaşa etme” anlamında kullanmışlardır
.Mükâşefe ilmi kitaplara yazılmaz. Bu ilmi bilenler ancak kendi seviyesinde
olanlarla bunu müzakere eder, başkalarına ifşa etmezler. Keşf ile öğrenilen
gizli ilim budur . Gazzâlî, el-Münḳıẕ’da aklın yetersiz kaldığı
metafizik bazı gerçeklerin keşf ile bilineceğini, bu yolla bir velînin meleği
görebileceğini ve sesini işitebileceğini söyler.
Tay: Uzak mesafelerin bir anda aşılması veya uzun sürede
yapılacak işlerin bir anda gerçekleşmesi anlamında tasavvuf terimi. Sûfîler,
uzak mesafelerin ilâhî bir lütufla an içerisinde aşılmasını bir tür keramet
saymışlar, bu durumu “tayyü’l-arz, teshîlü’l-mesâfe , tayyi zaman ve tayyi
mekan” gibi ifadelerle anlatmışlardır.
Kurb: Hakk’a yakın olma anlamında bir tasavvuf terimidir. Sûfîlere göre kurb ibadetlere ve taatlere yakın olmak,
bu‘d da bunlardan uzak kalmaktır. Kulun Allah’a yakın olması ebedî mutluluğu
kazanmasına vesile olan ibadetlere ve iyi davranışlara yakın olması, Allah’tan
uzak olması ise ebedî mutsuzluğuna yol açacak kötü işlere yakın olmasıdır. İlk
sûfîler daha çok kurb halinin nasıl kazanıldığı üzerinde durmuşlardır.
Cem’: Sâlikin her şeyi Allah’tan bilerek halkı yok, hâlikı
var görmesi hali anlamına gelen tasavvuf terimi.
Fenâ: Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmekten fâni olup
gerçek kul olma noktasına ulaşması anlamında bir tasavvuf terimi.
Fenâfillah : Tefâni
sırrı da denilen, "ölmeden önce ölmüş gibi
olup" yokluk sırrına ermek, Allah'ın varlığında yok olmak,
erimek anlamına gelir. Tasavvuf inancına göre,
evrende Allah'ın varlığından başka gerçek varlık yoktur. Varlıklar onu gösteren
birer aynadan ibarettir. Fenafillah bir vahdet-i vücud kavramıdır. Kul bu makamlarda kendinden ve
sıfatlarından fani olarak Hakk'ın sıfatlarıyla beka bulur. Tasavvuftaki en son
mertebe olan salah makamının
kapısıdır.
Hâl: İlâhî bir lütuf olarak sâlikin kalbine gelen his ve bunun
ruh ve bedenine yansıması anlamında bir tasavvuf terimi.
Zühd:
Zühd sözlükte “Bir şeye rağbet etmemek , ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz
çevirmek” manalarına gelir. Terim olarak ise zühd “Dünya malına , makama,
şan-şöhret ve benzeri şeylere önem vermeme , azla yetinme, çokça ibadet etme”
anlamlarına gelir. Zühd , tasavvufta olmazsa olmazdır. Zühd, kişinin
kendini uzlete çekmesidir. Dünyanın dünyalık ve fani işlerinden el etek çekip
Allah ile olan muhabbetine yoğunlaşmasıdır. Zühd; çoğu kişiye göre
saçmalık, delilik hatta tembelliktir. Hakk yolunun yolcusu için para, mal ,
mülk, şöhret, makam ve mevkî gibi dünyalık unsurların hiçbir önemi yoktur. O
kendini bütün bunlardan soyutlama çabası içerisindedir. Bu yüzden de kendini
gündelik işlerinden soyutlar ve yaşamını idame ettirebilecek kadar rızka razı
olup gece gündüz, her an ve her yerde varlığa geliş sebebini gerçekleştirir. Bu
da Allah’a tam anlamıyla kulluktur. Zühdde ilerleyen kimse bunun lezzetini öyle
bir alır ki, insan içine çıkası gelmez. Zühdün faydalarına gelecek olursak eğer
; en başta gelen faydası insanlarla münakaşaya, tartışmaya , diyaloğa girmeyip
kafayı ve gönlü boş işlere , günah ve dedikodulara maruz bırakmamaktır. İnsan
uzlet halinde iken gerçekten de kendine yoğunlaşır ve kendinin farkına varmaya
başlar. Gündelik hayatında ne kadar boş şeylerle uğraştığının farkına varır ve
aklı çevreden gelen etkenlerle değil , bizzat kendi fikirleriyle meşgul olmaya
başlar. Bu da artık kişi hangi ilimler ile uğraşıyor ise o mevzularda
ilerlemesini körükler, gazlar. İşte zühdün tadı buradadır, kişinin kendisiyle
meşgul olmasındadır.
Ger
huzûr itmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol
Olmaya vahdet makâmı gûşe-i uzlet
gibi.
Kanunî
“Ey
Muhibbî, eğer huzur içinde olmak istersen, ferâgat sâhibi ol (vazgeç) Dünyada
yalnızlık köşesine çekilmek gibi Allaha yakınlaşma olamaz”
Zahid: Dünyadan
el-etek çekerek Allah'a yönelen, kendini O'na ibadete veren kişi demektir.
Tasavvufun Gerekliliği
Tasavvufun
gerekli olmasının sebebi Peygamberimizden sonra yolumuzu O’nun yolunun izinde
aydınlatacak salih ve gerçek mürşid-i kâmillerin feyizlerinden
yararlanmamızın gerekliliği ve zorunluluğudur. Gerçek şeyhler
yani mürşid-i kâmiller, Peygamberimizin mirasçılarıdır. Mürşid-i
kâmillere kalan bu mirasta cümle Ümmet-i Muhammed’in hak payı vardır. Bu payı
ise alabilenler pek az olmuştur. Çünkü bu iş arz-talep işine benzer. Talep
olmadan arz olmaz. Ben Peygamberimizin ümmetiyim ve O’nun Hak yolunda yürümek
istiyorum demeyene, bununla ilgilenmeyen kimselere bu arz sunulmaz. Çünkü
içerisinde Rızayı İlahîden ve Marifetullahtan sırlar barındırır. Bu
sır herkese söylenmez. Bu dünya bir feyiz alma-verme kapısıdır. Rızayı İlahi’ye
talip olan insan bunu aramakla mükelleftir. Lakin bunu her
yerde arayamaz çünkü alelâde yerlerde bulmak mümkün değildir. Bu arayışın
uğrunda ömrünü harcayıp , bulamayanlar vardır. İlahi sırrı ve Peygamber
yolunu olur olmaz yerlerde arayanların hali tıpkı koca bir
şehirde mücevher aramaya benzer. Şehirdeki dağlarda , taşlarda,
köprü altlarında , su yakınlarında , tarlalarda dolaşarak
mücevher arar. Hem de neye benzediğini, şeklini şemalini ve ahvalini
bilmeden arar. Oysa mücevherin kuyumcuda mevcut olduğunun farkında değildir.
Şehre girer girmez dosdoğru gitmesi gereken yer kuyumcudur. Onda her çeşit
mücevherat vardır. Kuyumcu cebindeki paranın değerince eşya verir. Paran azsa
demir, bakır, gümüş verir, çoksa altın verir, zenginsen yakut
, kristal , elmas verir. Alışverişini tamamlayınca da malzemeni alır
gidersin. İşte bu misaldeki her bir nesnenin bir karşılığı
vardır. Mücevher arayan kişi hak yolunun talibidir. Mücevher Allah ve
Peygamber ilmi, muhabbetidir. Şehrin içinde alakasız yerlerde bu kıymetli
cevherleri aramak , kişinin kendi kendine erebileceğini düşünüp
kitaplardan ve işin ehlinden olmayanlardan bilgiler almasına benzer. Yani
beyhude bir uğraştır. Bu aradığı mücevheratın kuyumcuda olduğunu bilememesi de
kişinin aptallığından değildir. Elbette kuyumcuda mücevherler olduğunu bilir
lakin bu aradığı şeyi kendisinin çabasıyla da bulabileceğini düşünmesidir. Bu
yüzden para verip , uğruna bedel ödeyip almak istemez. İşi bedavaya
getirmek ister , bu yüzden kuyumcuyu ziyaret etmez. Gelelim
kuyumcuya. Kuyumcu ise Hak yolunun yolcusu olan , tescilli
icazetnamesi olan , toplum tarafından da kabul görmüş, ehli sünnet ve
ehli ilim olan mürşid-i kâmildir. Diğer bir ifadeyle
şeyhtir. Mürşid-i kamilde her türlü mücevherât ve kıymetli
nesneler bulunur. O bunları maddi zenginliğiyle alıp dükkanına
koymamıştır. Bu ona mirastır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Peygamberimizin ve
Hz. Ali efendimizin mirasıdır. Bu öyle bir mirastır ki mevcudiyeti cihanı
kaplar da yine de tükenmez. Çünkü bu Kelimetullah bilgisidir.
Allah-ı azimüşşan’ın bizzat Peygamberlerine öğrettiği ve Onların
vasıtasıyla bazı kullarına öğrettiği ilahi sırdır. Mürşid-i
kamilde herkese uygun nesneler mevcuttur. Kişinin cebine göre, durumuna göre
onda her cinsten ve her madenden takılar mevcuttur. Gelen kendi durumuna göre
alır gider. Bu böyledir. Şimdi diyeceksiniz madem bu miras bitmez tükenmez,
onda herkesi zengin edecek mücevherat vardır , o halde neden halka
arz edip toplumun tümünü irşat etmiyor? Bu mürşid i kamiller
bencil mi ki acaba? Söyleyeyim o halde azizim. Bu iş kıymetli iştir.
Kıymetli alışveriştir. Müşterisiz iş olmaz. Mürşid-i kamilin mirasın
tümünü bir çırpıda dağıtması Allah’ın kanununa terstir. Böyle bir şey
imtihanın kıymetini yok eder. Okulda sınav esnasında öğretmen bütün sınıfa
cevapları dağıtsa ve bu sayede bütün öğrenciler geçer not alsa bu
sınavın bir kıymeti kalır mı? Peki herkesin tam puan almasının bir kıymeti
kalır mı? Çok daha önemli olan şey şudur; Sınav için çalışıp çabalayan
, öğretmeninin sözünden çıkmayan ve dersi dikkatli
bir şekilde dinleyip , önemseyen öğrencilerin
hakkı zâyî olmaz mı? Onlar zaten geçer not alacaklardı ama öğretmen
bütün cevapları söyleyince çalışıp çabalamayan öğrencilerle birlikte bunlar da
imtihanı geçmiş olacaktır. O halde bu iki grubun, yani çalışanların ve
çalışmayanların aldığı geçer notların değerleri aynı mıdır? Bu durum öğretmenin
adaletine ne kadar sığar? Öğretmenin, yani bir kulun bile adaletine sığmayacak
bir şey yüce Allah’ın adaletine hiç sığmaz. Yüce Allah’ın şekillendirdiği
nizamda böyle bir düzensizlik ve liyakatsizlik asla olamaz.
Nitekim Yûnus Suresi 99. Ayet der ki: Eğer rabbin dileseydi,
yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi. Hal böyleyken, mümin
olsunlar diye sen tutup insanları zorlayacak mısın!.
Ayet
ortadadır. Görüldüğü üzere Yüce Allah bizlerin topluca iman etmemizi uygun
bulmuyor, yalnızca iyiyi kötüden, ve doğruyu yanlıştan ayırabilen,
has ve salih kullarının imanını önemsiyor. Yani tabiri caizse
müşterisinin. Kuyumcu ve mürşid-i kamil benzetmesine geri
dönecek olursak ; Kuyumcunun gelen müşteriye bedeli kadar mücevherat
vermesi misalinin bir hikmeti vardır. Müşterinin cebindeki para miktarı örneği
hak yolunu arayan müminin iç dünyasının temizliği ve de kapasitesine
benzer. İnsanlar türlü türlüdür. Herkesin aklı , vicdanı ve
seviyesi birbirinden farklıdır. Bu yadsınamaz bir gerçektir. Bu yolun
yolculuğuna çıkan kişinin içindeki cevherin kalitesi ve kapasitesi ne kadarsa
kuyumcu o kadarını verebilir. Allah yolunda seyr-i sülûk eden
kişilerin Hakk sırlarına vakıf olmaya başladıkça bu cevherler farklı
farklı şekillerde tezâhür eder. İçerisindeki yetenekler mürşid-i
kâmil vasıtasıyla geliştirilir ve de kişi kendini gerçekleştirmek yolunda
hayatta büyük kazanımlar elde eder. Mesela buna en somut örnek Yunus Emre
Hazretleri’dir. Yunus Emre’nin kumaşı öyle kaliteliydi ki
şeyhi Taptuk Emre Hazretleri O’nun kilidini açtı.
Kumaşını nefs terbiyesiyle ve zikirlerle işledi ve O’nun kendini
gerçekleştirmesini sağladı. O’nun nefsi bu şekilde kemâle erdi. Yunus Emre’de
Hakkın tecellisi şiir yazmak ve söylemek ile oldu. O’nun saf , arı
duru Türkçesiyle yazdığı şiirler bütün Türk coğrafyasında ve İslam
aleminde dillere destan oldu. Asırlar boyunca yeni nesillere
aktarıldı. Şiirleri bestelenerek ilahi ve kaside haline getirildi ve
yüzyıllardır bütün dergahlarda , tarikatlarda, zikir meclislerinde
hep onun ilahileri söylendi.
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı
sana Hakk’al‐yakîn,
Mürşidi olmayanların
bildikleri gümân (şüpheli) imiş.
Burada
Niyazi Mısrî ; hak yolunu
gösterebilecek mürşid-i kamil bulmamız gerektiğini, yoksa
bildiğimiz şeylerin şüpheli olacağını yani kalbimize yerleşmeyeceğini söylüyor.
Aslında baktığımız zaman hayatta her dersin, her ilimin bir öğretmeni vardır.
Dolayısıyla Hakkın da bir öğreticisi bir hocası olmak zorundadır. Yoksa
hiçbirimiz hiçbir dersi kendi kendimize öğrenemeyiz. Bu mümkün değildir.
Ben bu
yazımda gerek tasavvufu anlatarak gerekse kuyumcu ve mücevher arayan adamın
misalini anlatırken bu işi iyi bildiğimi anlatmıyorum. Bir mürşid-i kâmil
bulabilmiş değilim. Ben yalnızca gördüklerimi, analizlerimi ve de çıkarımlarımı
yazıyorum. Bunu yazmamın sebebi de insanların çoğunluğunun tasavvufa olan soğuk
yaklaşımlarıdır. Tasavvuf, şeyhlik ve müridlik kavramlarının eski
çağlarda kaldığını ve artık bunların bu çağda mümkün olamayacağını
söyleyenlerin düşüncelerini bir nebze olsun değiştirebilmek istiyorum. Bu
düşüncede olanlar tamamen haksız değildirler, zira günümüzdeki sahte şeyhlerin
ve sapık tarikatların bolluğu ortadadır. Maddi çıkar elde etme gayesi olan
sözde şeyhler ve bu şeyhlerin yapıp ettiklerini göz önüne aldığımızda
insanların bu işten soğuması abes değildir. Oysa benim bu yazımda anlatmaya
çalıştığım şey tasavvufun saf ,doğru ve masum noktasıdır.
Tasavvufu reddedenler 2 kısma
ayrılır. Birincisi tasavvuf hakkında bilgi sahibi olmayıp, olur mu canım öyle
şey diyenler. İkincisi ise tasavvuf hakkında biraz bilgiye sahip olup,
tasavvufun antik yunandan çıktığını söyleyip, bu İslam’a uygun değil, İslam’ın
getirdiği bir yol değildir, diyenlerdir.
Tasavvufu kötüleyip
reddedenlerin savundukları bir diğer mesele de tasavvufta, kişi ile Allah’ın
arasına şeyhin girdiği ve bu şeyhlerin kulu Allah’a yaklaştırmakta bir aracılık
vazifesi gördüğü inancıdır. Dolayısıyla bu işin şirke girdiğini söylerler. Ama
durum böyle değildir. Madem şeyhler derviş ile Allah’ın arasındaysa, o zaman
zikir meclislerinde Allah’ı ve Rasulullah’ı zikretmelerinin yerine
şeyhlerini zikretmeleri gerekmez miydi? Şeyhlerinin müridlerine verdikleri
zikirde kelime i şehadet, kelime i tevhid , ve Esmaül
Hüsna’dan isimler vardır. Şeyh aracılık etse, o virdlerin içine
kendi adını da kattırmaz mıydı? Nihayetinde aracının da bir payı olması gerekir
öyle değil mi?
Tasavvufta aşkın çok önemli bir rolü vardır. Aşksız bu yola çıkılmaz
, çıkanlar maksadına ulaşamaz. Aşk ; ‘ aşırı sevgi
, sevginin son sınırı , muhabbetin doruk noktası’ gibi manalara
gelmektedir. Aşkın tanımı yapmak çok zordur aşk ancak tadılır, tadan da aşkın
ne olduğunu tam olarak anlatamaz. Ayrıca aşık sevdiği için övünemez
, bu yanlıştır. Övünenlere de itibar edilmez. Aşkın maksadı Allah’a
ulaşmaktır. Bu aşk dediğimiz şeyin en güzel örneklerini Peygamberler
vermişlerdir. Tasavvufta aşk zaruri bir gerekliliktir. Bunun nedeni Allah’a
ulaşma yolunun sıkıntılarına aşksız katlanılamayacağı gerçeğidir. Aşk ile
zorlar kolay olur. Ancak aşk ile bütün maksatlar hasıl olabilir .
Tasavvuf yolu , seyr-i sülûk çilelidir. Bu yolda her
durakta her makamda farklı farklı sıkıntılar çıkar. Bunlara aşksız
katlanabilmek mümkün değildir.
Kişinin
hakka muhabbeti vücûdunu, aklını , gönlünü
, hasılı her yerini kaplamalıdır
ki sülûkunu tamamlayabilsin. Aşk maddeye esir olmadan Allah’ın
birliğine ulaşmaktır. Mutasavvıflara göre aşk, alemin var
olma sebebidir. Aşk; kişinin içinin Allah ile dolmasıdır. Gönlünün Allah
aşkıyla yanmasından ibarettir. Koca Yûnus der ki :
Kişi âşık olmak gerek, maşukunu bulmak gerek.
Aşk oduna yanmak gerek,
ayrık oda yanmaz ola
Aşık
olmak suç değildir, aşkı aşıklara
sormak gerekir.. Dünyada aşık olmak,
sevgiliye aşık olmak herkesin gözünde güzel ve imrenilen bir şeydir.
O halde kulun kula aşık olması bile tasvip edilen bir şey ise kulun
Allah’ına aşık olmasında ne gibi bir sakınca vardır?
Sevgiliye aşık olan aşık, sevgilisinde hiçbir kusur görmez. Aşık
maşukunun hatalarını bile göremeyecek bir duruma gelebiliyorsa
, insanın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve mükemmel olan
Rabbine aşık olması ve O’nun uğrunda dünyanın bütün işlerinden el
etek çekmesi neden ayıplanır ki? Bu bilakis imrenilecek ve saygı duyulacak bir
davranış iken bunu başaran sâliklere neden böyle bakılmaktadır?. İnsanların çoğu maalesef dine inanmayı bir alışveriş
olarak görmektedirler. Dine inanıp Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek
karşılığında yani bunun bedeli olarak Allah’tan mükafat beklerler. Bu
; ben senin için hayatım boyunca on
binlerce rekat namaz kıldım , sen de bana bunun
karşılığında on binlerce kilometre kare cennet bahçeleri ver demektir. Ben
senin için günlerce oruç tuttum sen de bana bu ölçüde cennet yiyecekleri ve
içecekleri ver demektir. Senin için binlerce lira zekat , sadaka
verdim sen de bunun için bana cennette kıymetli mallar, uçsuz bucaksız saraylar
ver demektir. İşte bu molla zihniyetidir. Tabi ki bunlar yanlış veya
günah olan şeyler değildir, Allah vaat ettiklerini şüphesiz
gerçekleştirecektir lakin tasavvufun dini yaşantıya bakış açısı böyle değildir.
İşte ben tam olarak bunu anlatmak istiyorum. Bu yazının gayesi de maksadı da
budur. Tasavvuf ; ibadeti ve zikri herhangi bir menfaat
uğruna değil , Allah’la muhabbetten ve O’na hürmeten yapmayı
öğütlemektedir. Her zaman ve her yerde Allah’ı düşünmeyi ve dilinden
Allah’ı zikrini düşürmemeyi öğretmeye çalışır. Allah ile hemhal olmak düsturunu
öğretmektedir. Tasavvuf ehli işte bu yüzden dünyadan kendini soyutlayan ve
hiçbir iş yapmayan tembeller gürûhu değil , her an Allah’a şükür
ile hamd ile kalplerini bağlamış salih kullar ve Allah
dostluğuna talip kimselerdir. O kimseler ki Allah’a yalnızca muhabbetten dolayı
ibadet ederler. Sevap beklentileri yoktur.
Allah’ı
sevmiş ve O’nun muhabbetiyle dolmuş Rabiatü’l Adeviyye der
ki: “Yâ İlahi cehennemden korktuğumdan ya da cennetine tamah
ettiğimden sana ibadet etmedim. Sadece yüze zâtına olan saygımdan ve
sevgimden sana ibadet ediyorum”.
Ayrıca
Koca Yûnus der ki:
Sofilere sohbet gerek, Ahilere Ahret gerek
Mecnunlara Leyli gerek, bana seni gerek seni
Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç
huri
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni
Kalbi
Allah sevgisiyle doldurabilmek için pisliklerden ve diğer dünyalık sevgilerden
temizlemek gerekir. Mâsivâ ; lüzumsuz olan ve Allah’tan başka her şey
manasına gelir. Kalbi mâsivâdan arındırmak gerekir. İçine şerbet
koymak istediğin bardağın içinde su varsa ilk önce onu boşaltmak gerekir. Bunun
gibi kalbi de tamamıyla Allah, Peygamber sevgisiyle kuşatmak
için diğer her şeyden arındırmak gerekir.
İslam , teslim demektir.
Allah’a teslim olmak demektir. İslam kelimesinin manası budur. İslam diğer
bütün batıl inançlardan , hurafelerden , putperestlikten ve dahi
Allah’a ortak koşmalardan , dünyalık arzu ve heveslerin tümünden
arınıp Allah’a teslim olmaktır. İşte tasavvuf da bunu hedefler. Tasavvufun özü
bu teslimiyettir. Teslim olmak isteyenlere nasıl teslim olunacağı hususunda yol
göstermektir. Bundan başka bir gayesi yoktur.
Muzaffer Ozak (k.s)
Hazretleri buyurdular ki :
“Aşk,
taraf-ı ilâhiyyeden insanlara verilen
bir devlettir. Bidâyeti Hakk'la başlar,
nihâyeti Hakk'la biter yani nihâyeti vuslattır. Aşk hangi
kaba konulursa onun şeklini alan suya benzer. Nasıl ki su konulduğu kabın
rengini alırsa aşk da teveccüh ettiği kişinin hâline göre renk alır.
Cenâb-ı Hakk kâinâtı aşk
ile yaratmıştır, aşk için yaratmıştır ve sevgililerini
insanlardan seçmiştir. Allah ile kul arasındaki
muhabbetin bidâyeti Allah'tandır. Allah bir kulu sevecekse onun
kalbine kendi aşkını atar. Sonra kul Allah'ı sever. Muhabbet karşılıklı hâle
gelir. Allah ile kul arasındaki bu muhabbet, lisân ile tarif olunamaz.
Allah sevdiğini semâvâtdaki meleklerine şöyle ilan eder "Ben
filan kimseyi sevdim siz de onu seviniz".
Aşkın ta'rîfi gâyet güçtür ancak başına gelen bilebilir,
başına gelmeyen bilmez. Zîrâ kör için renk sağır için âhenk olmaz.
Meselâ deve âşık olduğu vakit, taşıdığı yükün on mislini taşır, yürüdüğü yolun
on mislini yürür. Gerçek bir âşık aşk ile çöle düşse, aşkın ateşi
çölün harâretini yakar. Yalancı bir âşık çöle düşerse,
çölün harâreti onu yakar. Âşığı cehenneme atsalar, aşkın ateşi
cehennemim ateşini söndürür. Âşıkı cennete koysalar, aşkın ateşi
cennetin güllerini soldurur. Bu yola aşksız giren kimseye
İslâm şerî'atı gâyet ağır gelir. Bunun da sebebi şudur. Hastaya
bal tattırırlarsa bal hastaya acı gelir. Balın acı gelmesi, balın acı
olmasından değildir, hastanın mizâcının bozuk olmasındandır. Eğer
insan, ârif ve kâmil bir
mürşide intisâb ederse, mürşit ona aşkın tadını tattırır. O
zaman o kişi soğuğun şiddetini de ateşin harâretini de duymaz.”
Hatırımıza gelmişken şu
sözü de söylemezsek olmaz:
Muhabbetten Muhammed oldu
hâsıl
Muhammedsiz muhabbetten
ne hâsıl.
Bu arada tasavvuf gibi
zor bir konuyu anlatmaya çalışırken hiç te rahat rahat yazdığımız söylenemez.
Zorlandığımı belirtmek isterim. Bu yoğun, derin ve bir o kadar da çok yönlü
konuyu anlatmaya çalışırken oldukça titiz davranmaya çalışıyorum.
Şimdiye kadar okuyup takdir ettiğiniz üzere konunun içerisinde çok
fazla fasıl var ve bunlar hakkında yeterince doğru bilgiler
vermek gereli olduğundan ötürü titizlikle hareket etmek gerekti.
Bu yazımız ; önceki çalışmalarımız gibi pek fazla göze hitap
etmemekte ve akıcılığı öncekilere nazaran düşük seviyededir. Ben elimden
geldiği kadar hem bilgi yönünü hem de akıcılık yönünü eşit tutmaya gayret
ettim lakin takdir sizlerindir.
‘Varlık Yoktur’ isimli
çalışmamızda da bahsettiğimiz gibi Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur.
Allah’ın zâtının dışında hiçbir varlık mutlak mânada var değildir ve meydana
gelişlerinin sebebi ve kökeni bi zâtihi Allah’tır. Bütün mevcûdât O’nun
yansımasıdır ve O’ndandır. Vahdet , birlik ve tevhîd budur. Cümle hakikâtın
ilmi ve bilgisi ‘Lâ İlâhe İllallah’ ta saklıdır. Varlığımız O’nun
yansımasıdır. Ruhlarımız Allah’tan ise, öyleyse bütün insanların ruhları
birdir. Sen ben yoktur. Eğer aynı nefesi taşıyorsak ayrılık gayrılık ta yoktur. Sen birine kötülük
yaparsan aslında kendine yapmış olmaktasın ve her kime ne yaparsan aslında yine
kendine yapmaktasın.
İslam
teslim olmaktır. Bedeni ve ruhu İslamiyet’e , Peygamberimize ve Yüce Rabbimize
teslim etmek demektir. Bu teslimiyeti de insan ancak sevgiyle
ve muhabbetle yapabilir. Çünkü İslamiyet’i kabul etmek zihinle,
bağlılık ve teslimiyet ise gönül ile olur. İşte bu yüzden Kelamcıların
söyledikleri yanlıştır. Kelamcılar İslam’ın hakikiliğini akılla ve cedel (ağız
dalaşı ve susturma) yöntemiyle kanıtlamaya çalışmaktadır. Gayrimüslimleri,
dinden çıkanları ve dini fazlaca sorgulayanları laf kalabalığıyla
, kelime oyunlarıyla susturmak sûretiyle İslam’a
döndürmeyi amaçlamaktadır. Lakin İslam ; akla değil kalbe yerleşmelidir. Yoksa
iman hakiki iman olmaz. Susturma yöntemiyle İslam’ı kabul eden birinin din
aklına yerleşmiştir. Kendi sorduğu soruların miktarı nispetinde yerleşmiştir.
Bu yüzden kişi sorduğu sorular ve aldığı cevaplar kadar Müslüman’dır. İslam
onun aklına susturulduğu kadar girmiştir. Tam ve sahih bir inanç için imanın
kişinin aklına değil kalbine girmesi lazımdır. Bunun yöntemi ise Kur’an’ı
Kerim’in bize tavsiye ettiği üzere vaaz ve nasihat yoludur. İslam’ın ortaya
çıkıp genişlemeye başladığı zaman , yeni yerler fethedilip yerli halk İslam’a
davet edildiğinde Kelam mı kullanılıyordu? İslam , insanların karşısına geçip ,
aklî deliller sunarak mı tebliğ ediliyordu? Tabii ki de hayır. Onlara Allah ,
Hz. Muhammed ve Kur’an tanıtılıp dinimizin buyurduğu emir ve yasaklar
öğretiliyordu. Olmazsa olmaz iman esasları tebliğ edilip İslamî yaşayış
anlatılıyordu. İman eden ediyor, etmeyen ise gayri müslim tebaa olarak
cizyesini vermek suretiyle yaşamına devam ediyordu.
Kelam ile çok
uğraşmak imana zarar verir. Müminin aklını karıştırır ve sağlam olan inancında
şüphe delikleri açar. Hz. Muhammed’in getirdiği dinin bütün şartlarını kabul
etmiş olan kimsenin bu şartları derinlemesine irdelemesi , onun istikbalde iman
ettiği esasları sorgulamasına ve acaba demesine yani şüpheye düşmesine yol
açar. O zaman da kişi bu sorgulamalarını dindirebilmek için kendince çıkarımlar
yapmaya başlar. İşte bid’at budur. İman ettiğin hususlar hakkında iyice düşünüp
çıkarımlar yapmak kişinin imanını zedeler, bozar. Buna şöyle bir misal
verebiliriz. Yeni bir otomobil alan kimse , otomobili hiçbir arıza vermezken ,
mükemmel bir şekilde çalışırken sırf meraktan ve tamir etme isteğinden çalışan
aksamı tamir etmeye çalışırsa muhakkak aracın bazı yerlerinin işleyişini
bozacaktır. O araç eskisi gibi çalışmayacaktır ve verimden
düşecektir. İşte , bir şey çalışıyorsa tamir edilmemesi gerektiği gibi kişinin
imanı varsa bunu çok fazla sorgulamaması gerekir. Mantıksal olarak zaten insan
kabul ettiği ve inandığı bir şeyi nasıl sorgulayabilir ki? Sorgulama işlemi o
esasları kabul etmeden önce olması gereken bir şeydir. Eşya almak isteyen kişi
, satıldığı dükkanda eşyanın sağına
soluna bakar. Gerekli bilgileri , fiyat , ergonomi , renk , doku, şıklık vb.
özellikleri satın almadan önce öğrenir. Satın aldıktan sonra eve götürüp
kullanır , tekrar ötesine berisine bakmaz. Bakmaması gerekir. Bakıyorsa iki
ihtimal vardır. Ya almadan önce dikkatli incelememiştir, ya da aldıktan sonra
ondan tatmin olmamıştır. Kelamcılara , Kelam ilminin olmazsa olmaz ve İslam’ın
en önemli ilim olduğunu savunanlara sorum şudur; Siz imanı şimdiye kadar mı yeterince sorgulayıp öğrenmediniz, yoksa
halihazırda ettiğiniz İmandan
tatmin mi olmadınız? Öyle ya, bu kadar sorgulamanın ve derine inmenin bir
nedeni olmalıdır. Eğer cevabınız birincisi ise sizler bu yaşa kadar ömrünüzü
boşa geçirip İslam’ı yeterince öğrenemediniz. Eğer ikincisi ise sizler Yüce
Allah’ın gönderdiği ve O’nun katındaki tek hak dini , kıyamete kadar ben koruyacağım dediği , Fahr-i âlem
olan Hz.Muhammed (s.a.v) efendimizin getirdiği dini beğenemediniz. Eğer birinci
cevabı verirseniz siz yeterince bilmediğiniz ve öğrenmekle pek ilgilenmediğiniz
bir dini sorgulayıp yeni yeni çıkarımlar yapıyorsunuz demektir. Eğer ki ikinci cevabı verirseniz siz ;
beğenemediğiniz İslam dinini beğenebileceğiniz hâle getirme çabası
içerisindesiniz. Sorduğumuz soruda , birinci cevabı verenlerin suçu
cahilliktir. İkinci cevabı verenlerin suçunu ise allame-i cihan ve her şeyi
bilen , asla ama asla yanılmayan , cennetin baş köşelerindeki Kelamcılar bilir…
İmanın akla değil gönle girmesi
lazımdır. Hakiki iman gönle giren imandır. Evrenin yaradılış sebebi
muhabbettir. Dinimiz muhabbet üzere kurulmuştur, cedelleşmek üzerine değil.
Mayamız sevgi ile yoğrulmuştur bizim , şüphe ile değil. İmanın
içine şüphe deliği açılırsa içindeki iman o delikten akmaya başlar. İnsan bunu
bir süre fark edemese de zamanla maneviyatında gerileme ve eksilme hâsıl olur.
O yüzden mümin; imanındaki bu şüphe deliklerini Allah ve Peygamber
muhabbetiyle, zikir ve ibadet sevgisiyle kapatmalıdır. İnsanın kurtuluşa ermesi
için kelam ve felsefe gerekmez. İnsanın kurtuluşu için Allah, Peygamber sevgisi
, muhabbeti gerekir. Hakiki muhabbet, günahlardan , delillerden , aklın
ispatlarından daha ağır basar. Muhabbet hepsinden ve her şeyden daha kıymetlidir.
Derviş
Yûnus der ki :
Bu
dervişlik beratın,
Okımadı müftüler.
Kim ne biliser bunu,
Bir acaib varakdır.
Varak,
defter, yaprak demek... "Bu ilmi kadılar, müftüler okumadı. Bu bir acayip
ilimdir, acayip yapraktır. Bunu bilmezler." diyor.
Tasavvufun
Dört Kapısı
Tasavvufta dört adet kapı vardır. Her birinin
onar tane olmak üzere toplam kırk tane küçük küçük kapısı vardır.
Şeriat
Kapısı: Bu
kapının özelliği , İslam esaslarına uymaktır. Ayetlere , hadislere , büyük
alimlerin üzerinde ittifak ettikleri hususlara , kurallara uyulur. Bunlar
tasavvufçulara göre ‘zahiri’ bilgilerdir.
Tarikat
Kapısı: Bu
kapıda hak yoluna girmek isteyen kişi , kendine bir mürşid-i kamil bulur , ona
tüm kalbiyle , benliğiyle bağlanır ve O’nun emirleriyle hareket eder. Mürşid-i
kamil , yani şeyh ; müridinin üzerinde hem mâlen , hem de mânen , yani maddi
manevi tasarruf hakkına sahiptir. Kişi , mürşidine uzun yıllar
hizmet eder, onun sözünden çıkmaz ve zamanla ham olan nefsini pişirir.
Marifet
Kapısı: Tarikat kapısında demir gibi dövüle dövüle tavlanan
mürit, Marifet kapısında gerçeğin farkına varır. Ona sırlar gösterilir. Buranın
lezzeti paha biçilemezdir.
Hakikat
Kapısı: Burada kişi fenafillah’a ermiştir. Yani bütün benliğinden
sıyrılıp Hakk ile bir olma durumuna gelmiştir. Yokluk sırrına ermiştir
Mutasavvıfların
görüşlerini Taşlıcalı Yahya Bey şöyle özetlemiştir ;
Katrece
vermediler kendi vücûduna vücûd
Sofiler
tâlib-I deryâ-yi fenâyam dediler
“ Mutasavvıflar kendi
varlıklarının değerini bir damla kadar görmediler
Yokluk denizine varmak istiyoruz dediler”
Tasavvufçulara göre seyr-i sülûktaki bir kul,
bir halde bir makamda durmaz, halden hale girer. Kimi zaman gönül gözü açık
olur, ona sırlar görünür, mestlik halinde olur. Kimi zaman ise kalbine korku,
kötümserlik gelir. Kendinden , amellerinden korkar. Sonra yine cesaretlenir,
coşku yaşar. Bunun adı tasavvufta ‘Telvin’dir. Bunun bir üst makamı da
‘Temkin’dir.
Hak yoluna girmiş
kişinin hallerini, yukarıda bahsettiğimiz duygu ve düşünce
değişimlerini ve bu noktalarda neler yapılması gerektiğini Gavs-ı
Âzâm Seyyid Abdülkâdir Geylânî Hazretleri , “Tasavvuf Yolu Başı ve Sonu” isimli
şahane eserinde anlatmıştır.
Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri, bir mülâkât esnâsında
"Tasavvuf nedir?", "Derviş kime denir?" ve "Şeyhin
vazîfesi nedir?" sorularına cevâben şöyle buyurdular :
Tasavvuf, insanın
insanlığını bilmesi ve kendini bulmasıdır ve kalbini sâfa yani temizliğe
getirmesidir. Dervîşlik de bu yola sülûk etmek yani bu yola girmek ve bu yolda
çalışmaktır. Dervişin iki ma'nâsı vardır. Birisi Allah fukarâsı, diğeri de kapı
eşiği yani mütevâzi kişi demektir. İnsanın hâmil olduğu ilâhi bir kudret
vardır. Tasavvuf, insanın kendisindeki bu ilâhî kudreti anlaması ve Allah'a
mensûb olduğunu bilmesidir. Tasavvufun daha bir çok tarifleri
vardır. Şeyh, hasta üzerine doktor gibidir. Nasıl ki doktor hastalarını
tedâvî eder, onları sıhhate kavuşturursa, şeyh de bilgili bir doktor gibi, bu
ilâhî yolu arayanları taht-ı terbiyesine yani tedâvîsi altına alarak onları
tedâvî eder ve onlara bu ma'nevîyyâtı öğretir ve tattırır.
Nefsin
Mertebeleri
1- Nefs-i Emmare:
Kötü
ve günah olan işlerin yapılmasını emreden hayvanî nefis olup, insanı çirkin
şeylere, dünyevî zevklere sevk eden nefstir. Sâlik bu safhada tamamıyla hayvanî
ve şehvânî arzularının etkisi altındadır. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri
istemektir. Bunun tedavisi, samimi tövbe ve terbiyedir. Kuran-ı Kerimde “Hiç
şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) ayeti bu sıfattaki
nefsi tanıtmaktadır.
2- Nefs-i Levvame:
Kendini
kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis demektir. Emmareliği tamamıyla zail
olmamakla beraber, ara sıra pişmanlık duyan, sahibini yasaklara yöneltmekten
ayıplayan, bazen de hayırlı ameller ilham ederek güzellikleri fısıldayan nefis
demektir. Bu safhada sâlikin ruhunda kötülüklerden iyiliklere dönüş arzusu
doğar ve önceki kötü fiillerinden dolayı kendi kendini kınamaya başlar. Kuran-ı
Kerimde: “Kendini kınayan nefse yemin ederim ki” (Kıyame, 75/1-2) ayeti bu
sıfattaki nefse işarettir.
3- Nefs-i Mülhime:
İlham,
feyiz ve keşfe mazhar olan, neyin iyi, neyin kötü ve günah olduğunu ilhamî bir
sezgi ile bilen ve davranışlarını ona göre ayarlayan, şehvet ve şeytanî hislere
karşı direnebilen, ruh-i sultanî’nin sesini duyan ve dinleyen insan iradesi
yerine kullanılır. Nefs-i Levvâme mertebesinde dünyaya ait zevklerden vazgeçen
sâlik, bu mertebede uhrevî mükâfatlardan da vazgeçer ve sadece Allah sevgisi
ile meşgul olur. Kur’ân-ı Kerim’de: “Nefse ve onu düzenleyene and olsun ki,
nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirleten ise ziyana uğramıştır” (Şems,
91/7-10) ayetinde bu nefse işaret edilmektedir.
4- Nefs-i Mutmainne:
Kalp
nuru ile aydınlanması tamamlanmış, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup, ahlak-ı
hasene ile hem-hal olmuş nefse denilir. Mutmaine nefsinin en önemli özelliği,
davranışlarından dolayı Rabbinin huzurunda kesinlikle hesap vereceğine
inanmasıdır. Bu yüzden yaptığı amellerin ilahî rızaya uygun olup olmadığına
azamî hassasiyet gösterir. Bu mertebede sâlikin, kalbinde ilahî aşk yerleşmiş,
dünya ve dünyaya ait her şeyi kalbinden çıkarmış, her şeyde Hakk’ın fillerinin
tecellilerini müşahede eder hale gelmiştir. Bu yüzden kalbi itminan içerisinde
ve huzur doludur. Bu mertebede artık bütün eşyada Hakk’ın tecellilerini
müşahede etmeye başlar ve bir takım keşif ve kerametlere nail olur. Kur’ân-ı
Kerim’de: “Ey mutmain olmuş, Allah ile huzur ve sükuna ulaşmış nefis” (Fecr,
89/27) ayetiyle anlatılan nefis, Allah aşkı ve zikri ile mutmain olmuş
nefistir.
5- Nefs-i Râziyye:
Gerek
kendisi, gerekse de başkaları için tecelli eden, hakkındaki ilahî hükümlere
tamamen rıza gösteren, keşke şu şöyle olsaydı, bu da böyle olsaydı diye itiraza
kalkışmayan nefis demektir. Bu makamda sâlikte beşerî sıfatlar yok olup, sâlik,
“beka” ya istidat kazanmaya başlar. Allah’tan gelen her şeye tam bir rıza
gösterdiğinden bu mertebeye Râziyye denmiştir. Kısaca Allah'tan gelen her şeye
"Lütfun da hoş kahrın da hoş" diyebilmektir. Kur’ân-ı Kerim’de: “Sen
O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir Sâlih kullarımın arasına;
gir cennetime” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, bu nefistir.
6- Nefs-i Marzıyye:
Allah
ile kul arasında karşılıklı rızanın bulunduğu, Allah’ın razı, kulun da razı
olunmuş olduğu bir durumdur. Allah’ın kendisinden razı olduğu nefis bu
mertebede tecelli-i ef’âlden kurtulup, tecelli-i esmâ’yı, Hakk’tan bir cezbe
ile ayne’l-yakîn müşahede eden nefsin tavrı demektir. Bu mertebede sâlik,
Allah’tan razı olduğu gibi, artık Allah da ondan razıdır. Kur’ân-ı Kerim’de:
“Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir Salih kullarımın
arasına; gir cennetime” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, bu nefistir
7- Nefs-i Kâmile:
Bu
mertebede sâlik, Hakk’tan bir cezbe ile bütün kemâl ve marifet
sıfatlarını kazanarak, insanları irşat mevkiine yükselir. Bu makam Hakk vergisi
olup, buraya riyâzet ve mücâhede ile gelinmez. Bu menzilde mücadele ve mücâhede
biter. Bu mertebede artık sâlik en yüce makama ulaşmış, “kâmil” sıfatını
kazanmış, bütün güzel sıfatları kendinde toplamış ve adeta cisimleşmiş bir
melek haline gelmiştir. Bu makamdaki kişinin hareketleri ve davranışları
hasenat ve ibadetten ibarettir. Sözleri hikmettir. Bu makamdaki kişi bütün bu
özellikleriyle “mürşid-i kâmil” sıfatıyla insanları irşad etme yetkisini eline
almıştır.
lutfullahakman.com
Gavs-ı Azam Seyyid
Abdülkadir Geylânî Hazretleri der ki :
Tasavvuf sekiz haslet
üzerine kurulmuştur: İbrahim aleyhisselâmın cömertliği
İshak aleyhisselâmın
rızası
Eyyüb aleyhisselâmın
sabrı
Zekeriyya aleyhisselâmın
işareti
Yahya aleyhisselâmın
gurbeti
Musa aleyhisselâmın yün
elbisesi
İsa aleyhisselâmın
seyahati
Ve Hazreti Muhammed
aleyhisselâmın fakirliği üzerine kurulmuştur.
Son olarak bu sekiz
hasleti de belirttikten sonra tasavvufu, tasavvufun ne olduğu , neden gerekli
olduğu ve de içerisindeki bazı ögeleri anlattığımız yazımızı bitirmiş olduk.
Tasavvuf bu yazdıklarımızdan , belirttiklerimizden çok daha fazlasıdır. Bizim zikrettiklerimiz
tasavvufun sadece girişi mahiyetindedir ve anlattıklarımız tasavvuf deryasında
bir damla hükmündedir. Yazımızı daha fazla uzatmamak adına perde meselesi,
zikir çeşitleri, tarikat adabı, şeyh-mürit ilişkisi, tasavvuf ekolleri ve
günümüzdeki tarikatlar gibi konulardan ferâgat ettik. Ömür vefa ederse o
konulara değiniriz. Gerçi bütün fasılları uzun uzadıya işlesek bile tasavvuf
için yine de eksik kalacaktır. Bu yazımızda bol bol alıntılar ve şiirler
kullandık. Kendi yazdığım hususlarda eksiklik ve yanlışlıklar varsa Rabbim beni
affetsin. Hakka ve sünnete muhalif hususlar varsa da Yüce Allah
beni bağışlayıp ıslah eylesin.
Ahmet Can Kuşoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder